Bu klasördeki yazılar, “Tiyatro Açıkça” tarafından kurulup titizlikle yaşatılan www.herkesetiyatro.com adresindeki “FARKINDA OLMAYAN TİYATROCU OLAMAZ” üst başlıklı köşede yayınlanmaktadır.
(01.09.2010)
Peter Stein…
Merhum Aziz Çalışlar ve Yılmaz Onay tarafından çevrilen, Mitos-Boyut Yayınevinin, 1996’da Tiyatro Kültür Dizisinin 20. sırasında yayınladığı
“Yönetmen Peter Stein” adlı önemli kitaptan yeni küçük alıntılarla, geçen ay yaptığımız sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kitabın 92’inci ve 97’inci sayfalarında, Peter Stein’ın farklı tarihlerde şunları söylediğini okuyoruz:
“Eğer işçiler için oynamak istiyorsak, o zaman olayların ne durum-da olduğunu iyice görmemiz gerekir. Tiyatro doğrudan doğruya bir mücadele aracı olarak kullanılmıyor burada, üstelik bilinç ve top-lumsal çatışma gelişmemiş durumda…
O nedenle, sanata doğrudan doğruya bir silah olarak, ajitasyon olarak çok az gereksinim var; başka medyalar bunu çok daha iyi yapıyorlar. Eğer halka oynamak istiyorsak, bugünkü haliyle, bu tiyatronun nasıl kullanılacağını bilmemiz lazım…
Ancak, kendi içinde işçi sınıfı, tiyatroya hazır değil ya da istemiyor, hatta ilgilenmiyor, gereksinmiyor. Orta sınıf ise bir tiyatro ‘olsun’ istiyor. O yüzden, benim ana çıkış noktam, hayatta kalabilmek; burjuva izleyici için ve burjuva izleyiciyle çalışıyoruz…
Burjuva izleyenin açık olan kesimlerini geliştirecek bir tiyatro bul-ma, seçme ve kurma zahmetine, ne denli zor olursa olsun, katlan-mak gerekir…”
“Tiyatroyu gitgide tutucu açıdan karşı çıkışlarda bulunan bir çeşit protesto uğrağı olarak görmeye başladık…
İnanılmaz bir insanlık yitiminin ve büyük bir yoksunluk sürecinin acısını çeken bir toplumda yaşadığımızı hissetme ve buna inanma anlamında ‘tutucu’…
Yalnızca yaratıcılığın, her türlü zengin imgesel yaratımın öznel koşullarının kısılmasına rastlamıyoruz. Geniş insan ilişkileri alanı açısından da tam bir yitiş, eylem ve gelişim için insanın olanaklarını tümden bir unutuş var…
Ancak, böyle bir şeyin, belli bir devrimci ya da evrimci yoldan değiştirilebileceğine de inanıyoruz. Hatta tiyatro yoluyla, insanın belirli olanaklarının; insanın hayal gücünün belirli biçimlerinin; insanoğlunun yaşama, hareket etme ve birbiriyle ilişki kurma yeteneklerinin üstünde durarak…
Bu toplum tarafından yıkıma uğrayan, yalnızca kendilerini tutucu sayan güçler tarafından değil, ama en az onlar kadar kendilerini siyasal olarak ilerici sayan güçler tarafından da yıkıma uğrayan imgeler içinde bunların üstünde durarak…”
(Kitaptan yaptığım alıntıları, internet sayfasında rahat okunabilmesi amacıyla paragraflara böldüğümü ve rastladığım bazı dizgi hatalarını düzelttiğimi belirtmek isterim…)
(01.08.2010)
20. Yüzyılın Muhteşem Tiyatro Yönetmenlerinden…
Bertold Brecht’in tiyatrosu Berliner Ansamble’daki, yaşayan Brecht oyuncularının “Brecht’in takipçisi” olarak değerlendirdikleri devrimci yönetmen Peter Stein’dan söz etmek istiyorum…
Hocamız Beklan Algan’ın yakın arkadaşıydı ve bir tiyatro sezonunda kendisini oyun sahnelemek üzere Berlin’e davet etmişti. O da eşi Ayla Algan’ı ve güvendiği öğrencilerinden Macit Koper’i almıştı yanına…
“Peter Stein şimdi ne yapıyor acaba?” diye merak edip araştırdığımda; İtalyan tiyatro oyuncusu son eşiyle, Güney İtalya’da bir köydeki çiftlikte yaşadığını, şarap ve zeytinyağı işiyle uğraştığını öğrendim… Ne garip
bir hayat sürprizi değil mi?
Mitos-Boyut Yayınevinin, Tiyatro Kültür Dizisinin 20’incisi olarak 1996
yılında yayınladığı, (her tiyatrocunun farkında olması gereken) güzel
bir kitap vardır: “Yönetmen Peter Stein”. Merhum Aziz Çalışlar ve Yılmaz Onay’n çevirdiği metinlerde; 20’inci yüzyıl dünya tiyatrosunda derin izler bırakan bu muhteşem yönetmenin ve “Schaubühne am Lehninerplatz” adını yakıştırdıkları Berlinli müthiş ekibinin çalışma biçimleri yansıtılır.
Peter Stein Marksist’tir, Leninist’tir; oyuncularıyla, yazarlarıyla, sahne teknisyenleriyle, komün halinde yaşamaktadır ve Alman işçi sınıfı için tiyatro yapmak üzere yola çıkmıştır. Ancak bakın, kitabın Aziz Çalışlar tarafından çevrilen birinci bölümünde neler söylüyor:
“Eğer bir takım düşünceleri iletmek istiyorsam ve kendimi açıkça, aklı başında dile getirme yeteneğim varsa, sahneye çıkıp ağlamaya ya da gülmeye, aşkı ya da ölümü çizmeye kalkmam…
Ne kadar solcu olduğumuzu kanıtlayabilmek için, programımızda emekçi sınıfların sorunları diye bilinen sorunları ele alan oyunları sahnelemeyi geri çeviriyorum. Genç insanların sanat anlayışlarının Sosyal Demokrat açgözlülerin önüne yem olarak atıldığını görünce gerçekten sinirleniyorum…
Örneğin: [ Herkes her şeyden anlamalı. Tiyatro, insanlar evlerine gittikten sonra yaşamlarını ileriye doğru götürebilsinler diye sorunlarını aydınlatacak düşünceleri kapsar. ] gibi sloganlar…
Ekonomik alanda en çok olması istenen şeyin sanatsal alanda an-cak öldürücü bir etkisi vardır; çünkü sanatsal etkinlik, pratik yaşam-la başa çıkamamaktan kaynaklanır zaten. Sanatta daha başka ölçüt-lerin geçerli olduğuna inanıyorum ben. Ne olursa olsun, şunu kabul etmeli ki, sanatçılar öyle hemen kolayından anlaşılamayacak öykü-ler ortaya koyarlar…” (Sayfa 42–44)
(Alıntıları, internet sayfasında rahat okunabilmesi amacıyla paragraflara böldüğümü ve gözden kaçmış bazı dizgi hatalarını düzelttiğimi belirtirim.)
Peter Stein, tiyatroda farkında olunması gereken bir izin sahibidir. Bu önemli kitapta Onun başka neler söylediğine gelecek sohbetimizde de bakalım istiyorum…
(01.06.2010)
Tiyatro Festivallerinin Farkında mıyız?
Şu anda “17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali” sürüyor… Seyredilen oyunlarla ilgili görüşler; internetteki tiyatro sitelerine, dergilere ve günlük gazetelere yansıyor. Sizin de dikkatinizi çekmiştir umarım; büyük iddia ile festivale katılan oyuncu-yönetmen John Malkovich, büyük hayal kırıklığı yaratarak gitti. Çok ağır eleştiriler yazıldığını görmüşsünüzdür belki…
Ben de bir hayal kırıklığımla yazıma başlamak istiyorum… Ancak şunu baştan söylemeliyim: Muhsin Ertuğrul Hocamız, hiçbir tiyatro çalışmasını hiçbir zaman kötülemezdi. Tiyatroya saldıran olursa cevabını verir, her tiyatro olayını över ve: “Ben yargıç değilim” derdi.
Ben de hayal kırıklığımı kötü söz söylemeden aktaracağım sizlere. Çok büyük bir iddia yükledikleri adlarını, köşeli parantezler içine alarak daha da iddialı hale getiren genç bir ekipten söz etmek istiyorum: [Laboratuar].
Festival broşürüne koydukları bilgiden ve oyun diyaloglarından Ankaralı oldukları anlaşılan genç tiyatrocular; adına “Şehr-ü Evlâd’üz-Ziyan: Kayıp Çocuklar Şehri” dedikleri bir gösteri yaptılar. Mekân, Devlet Tiyatrolarının İstanbul’a kazandırdığı, Üsküdar’daki Tekel Tütün Deposu salonuydu.
(Burada başka bir farkındalık parantezi gerekiyor: Tekel Sahnesi binası muhteşemdir, ama salon için aynı şeyi söyleyemem! Çok emek verilmiş, büyük paralar harcanmış, üst düzey bir mimari estetik tutturulmuş, ancak işlevsellik unutulmuş! Bütün seyirciler sağa ya da sola sarkarak sahneyi görmeye çalışmak zorunda kalıyorlar! Çünkü arka sıradaki koltuğun, ön sıradaki iki koltuğun arasına hizalanması gerekir! Oysa bütün koltuklar, yer kaybı olmasın diye arka arkaya sıralanmış! Hiç iyi olmamış!)
Gösteriye gelince… Akıcı bir serüven kurgusu yoktu, fakat “mevzu-un” Ankara’da bir barda geçtiği anlaşılıyordu… Atatürk’ün sözleriyle de dalga geçiliyor, Tanrı buyruklarıyla da… Arada siyah fona yansıtılan dialar,12 Eylül komutanlarını da yansıtıyor, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını da… Kukla da var, dans da… Belki de, disiplinler arası tiyatro çalışması yapabilmek için, her trük denenmiş… Ancak benim aklımda kalan tek eylem, sahnenin gösteri boyunca paspaslanması mizanseni oldu. (Bir de, yirmi kişiye yakın selama çıktıklarında sergiledikleri çapaçul görünüş…)
Anlıyorum ki, sadece bu grubun değil, genç tiyatrocuların tümünün kafası çok karışık! Çeşitli vesilelerle seyrettiğimiz pek çok genç tiyatrodan gönül kırıklığıyla ayrılıyoruz. Eğer görüş bildirmemiz istenirse, çok zorlanıyoruz.Muhsin Ertuğrul Hocamızın yaklaşımıyla devam ediyorum… Şimdi de Kukla Festivalinde seyrettiğimiz oyunlardan birinde sıra… Öncelikle, İstanbul Kukla Festivalini, tek başına Uluslararası boyutta 13. tekrarına ulaştıran Cengiz Özek dostumuzu kutlamak istiyorum…
Aynı gün aynı saate çakışan bir-iki gösteriyi kaçırdık, ama yabancı konuk grupların tümüne yakınını seyrettik. Unutamadığımız gösterim İspanyol grup Tabola Rassa tarafından yapıldı.
Sadece iki usta aktör-kuklacı vardı sahnede! Moliere’in “Cimri” adlı ünlü farsını oynuyorlardı ve bütün karakterleri “musluklarla” canlandırıyorlardı!
Evet, bildiğimiz, çeşit çeşit musluk, bir başka karakter olarak diyalogları çok güzel tonlayarak aktarıyordu seyirciye… İspanyolca oynandığı halde anlamada güçlük çekmiyorduk…Bu ne yaratıcılıktır? Bizim genç tiyatrocularımızın aklına nasıl gelmez? Neden biz hayatın farkında değiliz?
(01.05.2010)
Emeğin Bayramı Kutlu Olsun!
Çocukluğumda 1 Mayıs’lar “Bahar Bayramı” olarak kutlanırdı. Babamın mesleği gereği dolaştığımız Anadolu illerinde, okullar tatil olurdu. Bizler de pikniğe giderdik. Baharın coşkusunu çocuk belleğimize kayıt ederdik.
Şimdi, bu yazıyı yazarken, içe bakış yaptığımda, uçsuz bucaksız yeşil kırlar… Masmavi gökler… Sarı-beyaz papatyalar… Kırmızı gelincikler… Mor çiçekli ballıbabalar geçiyor gözümün önünden… Kuşlar, kelebekler, arılar, kertenkeleler, kurbağalar, çekirgeler, geçit yapıyor…
Sonra büyüdük! Ve İstanbul gibi denizli bir şehre geldik! Böylece 1 Mayıs Bahar Bayramları deniz kıyılarında kutlanmaya başlandı. Özellikle Büyük Ada’nın arkasına dolaşıp, kimselerin ulaşamadığı ıssız bir koyda yüzme mevsimini açmak geleneksel oldu. Ancak henüz karpuz kabuğu denize düşmemiş olurdu…
Daha da büyüdük sonra! Bahar Bayramı’nın aslında “İşçinin Emekçinin Bayramı” olduğunu öğrendik! Ve türkülerle yürüdük caddelerde!
Tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçerek Türkiye’yi yasa boğan, bu günün emek bayramı olarak kutlanmasının yasaklanmasına neden olan 1977 1 Mayıs’ında ise; tiyatromuz AÇOK’un Avrupa turnesi vardı.
İsviçre’nin Fransız sınırında, Fransızca konuşulan küçük kasabası La Cahux de Fonds’taki öğrenci yurdunda gecelemiştik. Yorgunluk derin uykulara sokmuştu bizi. Sabahın köründe bando gürültüsüyle uyanıp pencerelere koşunca, 1 Mayıs kutlamalarının başladığını anladık…
Çok coşkulu bir bahar sabahıydı. Kırmızı flamalar, İsviçre bayraklarıyla sarmaş dolaş dalgalanıyordu. Marşlar, hep bir ağızdan ve çok düzgün söyleniyordu. Ama bir dikkat ettik! İşçi kortejinin önünde jilet gibi giysiler ve pırıl pırıl enstrümanlarla yürüyen bandoya şaşırdık! Polis Bandosu çalıyordu marşları!
Farkında olalım diye söylüyorum: Bu 1 Mayıs nereden geliyor bir bakalım mı? Eğer merak ederseniz, siz daha ayrıntılı bilgilere ulaşırsınız mutlaka. Ama şu kadarını kabul edin lütfen:
Tarihçiler, 1 Mayıs geleneğinin 1856 yılında başladığını kabul ederler… Avustralya’nın Melbourne kentindeki taş ve inşaat işçileri, iş gününün 8 saat olması için Üniversiteden Parlamentoya kadar yürüyüş yapmışlar.
1 Mayıs 1886’da ise, Amerikalı işçiler; İşçi Sendikaları Konfederasyonu öncülüğünde günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bırakmışlar. Chicago’da yapılan gös-terilere yarım milyon işçi katılmış. Louisville’de 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürümüş. O yıllarda parklar zencilere kapalı olduğu halde, işçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girmişler. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından “Önyargı duvarı yıkıldı” manşetiyle yo-rumlanmış… Ve gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm hararetiyle devam etmiş. Sonuçta, 4 Mayıs 1886, ünlü “Kanlı Haymarket Olayı” olarak tarihe geçmiş…
Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellenmiş. Ancak, 1889’da toplanan 2.Enternasyonal’de, Fransız işçi temsilcisi: “1 Mayıs’ın bütün dünyada birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasını” önermiş… Ve buna karar verilmiş…
Demem şudur ki: 1 Mayıs, ülkemin bütün Tiyatro Emekçilerinin Bayramı olarak da umutlu olsun…
(01.04.2010)
Dünya Tiyatrolar Günü Kutlu Olsun!
Dünya Tiyatrolar Günü Ulusal Bildirisi, bu yıl değerli tiyatrocumuz Ayşe Emel Mesci tarafından yazılmış. Uluslararası bildiriden daha kapsamlı, daha derin ve daha güzel… Mutlaka saklamanızı öneririm…
Son iki sohbetimizi Jerzy Grotowski bağlantılı yapmıştık. Bu ay da aynı konuyu sürdürelim istiyorum. Çünkü yaşadığımız çağda tiyatroyu çığlık gücüne yükselten Grotowski aracılığıyla; tiyatronun etkisini, kalıcılığını, yaşamı değiştiriciliğini fark ediyor insan. Polonyalı Jerzy Grotowski, 1933’de doğmuş ve 1999 yılında çok genç yaşta aramızdan ayrılmıştır. Vasiyeti üzerine, bedeninden kalan küller, Himalaya doruklarından evrene savrulmuştur.
Ben Onun “Tiyatro Laboratuarı” adıyla, onca yoksulluğa rağmen yaptığı olağanüstü çalışmaları “tiyatroya sığınma” olarak yorumluyorum… İkinci Dünya Savaşının bütün değerleri çökerttiği Avrupa’da; açlığı ve sefaleti, tiyatroya sığınarak göğüslüyorlardı.
“Akropolis” veya “Apocalypsis Cum Figuris” gibi; Grotowski’nin sahneye çıkardığı oyun konularının mistik kaynaklardan alınıyor olması, bence işte bu sığınma ihtiyacı yüzündendi. Gösteriler hep, seyircinin de içine girebildiği ritüel, mit, toplu katılım atmosferinde yapılıyordu.
Büyük Grotowski, ömrü boyunca sponsor desteğinde yaşayabilmiştir. Tiyatro gişesinden geçim sağlayabilmesi ne yazık ki mümkün değildi. Amerika ve Avrupa’nın ünlü üniversitelerinde konferanslar vererek dolaşıyordu. Sponsorlarına ve konferansa davet edenlere, mahcup teşekkürlerini sunmayı ihmal etmemiştir.
Grotowski, tiyatroya kazandırdığı “Laboratuar” kavramının aslında gerçek sahibinin Stanislavski olduğunu itiraf eder. Evet, dünyanın en ünlü tiyatro eğitiminin yaratıcısı Konstantin Stanislavski; kurucusu olduğu Moskova Sanat Tiyatrosu’nun yanında, bir de “Aktörlük Laboratuarı” yönetiyormuş.
Bu “Tiyatro Laboratuarı” uygulamasını, Türkiye’de oturtmaya çalışan da Beklan Algan olmuştur. İstanbul Şehir Tiyatroları çatısı adlında “Tiyatro Araştırma Laboratuarı / TAL” adıyla başlattığı çalışmalar, ne yazık ki değeri anlaşılmayarak kesintiye uğratılmıştır. Grotowski’ye hayran olan ve laboratuar çalışmalarına katılıp Onunla tanışan Beklan Algan’ın; AÇOK kurucuları olan bizlerin (kardeşimle benim) Hocamız olmasından onur duyduğumuzu belirtmek isterim.
Bazı sohbetlerimiz kitap tanıtımı niteliği de taşıyor, ben bunun yararına inanıyorum. Çünkü söz ettiğimiz konular, daha doyurucu bilgiler içeren kitapların farkındalığına yöneliyor.
Bu inançla, bugün; Grotowski’ye asistanlık yapan Thomas Richards’ın yazdığı, Hülya Yıldız ile Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşin Candan’ın çevirdiği, Norgunk Yayıncılık tarafından 2005 yılında
ilk basımı yapılan “Grotowski ile Fiziksel Eylemler Üzerine Çalışmak” adlı kitaba dikkat çekmek istiyorum.
Bu kitap, öncelikle; belge bırakmayı sevmeyen Grotowski’nin elinden çıkan, samimi bir önsözü içeriyor. Ve: “Ben hayatın farkındayım” diyen her tiyatrocunun mutlaka ezberlemesi gerekiyor.
(01.03.2010)
Jerzy Grotowski’den Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’na…
İki ay önceki sohbetimizde Jerzy Grotowski için yapılan etkinlikten söz etmiştim. Konunun devamında da güzel ayrıntılar vardı, ama güncel konular girdi araya… Bu ay yine Grotowski etkinliğine dönelim ve eksik kalan ayrıntıları paylaşalım istiyorum.
Etkinliğin ikinci günü, Yeditepe Üniversitesi / Güzel Sanatlar Fakültesi konferans salonundaydık. Film gösterilerini izledik. Özellikle, son sekiz yılında Grotowski’ye asistan olarak yardım eden Thomas Richards’ın “Action” adlı muhteşem çalışmasına hayran kaldık. Üstelik bu çalışma, İstanbul’da Aya İrini kilisesi içinde kaydedilmişti.
“Tiyatro Laboratuarı” üzerine gerçekleştirilen panelden de çok yararlı bilgilerle ayrıldık. Oluşan farkındalığa, bizim de küçük bir katkımızın olduğuna inanıyoruz. Şöyle ki:
Grotowski’nin tiyatro algılamasına çok benzer bir tezi, Grotowski henüz ilkokuldayken öne süren bir Türk eğitimcisi vardır. Tiyatrocu değil de eğitimci olduğu için, Avrupalı değil de Anadolulu olduğu için, bilinmez!
Evet, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’ndan söz ediyorum…
(Baltacıoğlu’nun farkında olan… Onu yıllar önce Eugenio Barba’nın bir “Tiyatro Antropolojisi Sempozyumu” kapsamında Avrupalı tiyatroculara tanıtan… Ve Baltacıoğlu için bir enstitü kurma girişimini başlatan… Kim oldu biliyor musunuz? Beklan Algan…)
Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Grotowski’nin doğduğu yıllarda yayınladığı “Tiyatro” adlı kitabında ve yazdığı pek çok makalede Grotowski tiyatro anlayışına paralel tezler öne sürüyor. Mitos-Boyut Yayınevi tarafından “Tiyatro Nedir” adıyla yeniden basılan kitaptaki makalelerinden birkaç satır aktarmak istiyorum şimdi size:
“… Tiyatro aktörlerin de içine katıldığı ve kaynaştığı bir oluştur. Bu oluş nedir? İnceleyelim.
1: Gösterim, hayattan kesilmiş bir dilimdir.
2: Bu dilim hayatın tıpkısı değil, ama apayrısı da değildir.
3: Gösterim, teknik zorunluluklara göre sıkıştırılmış ve düzenlenmiş bir hayattır.
4: Gösterimle hayat arasındaki ayrım, bir nitelik ayrımı değil, bir nicelik ayrımıdır.
5: Hayat bir oluş, bir süredir. Piyes de bir oluş, bir süredir.
6: Hem piyesin, hem de gösterimin ülküsü, nitelik kayıpları her ne olursa olsun, bu süreyi var etmektir.
7: Süre gösterim için değil, gösterim süre içindir.
Bu süre olmayan yerde gösterim de olmaz. Süre kesilince hayat da kesilir. Öyle ise süre gösterimin canı, kendisi, özüdür. Bu özün en yakın çevresi aktördür, ondan sonra yazarın hayat dehası gelir. Ondan sonra da takıntılar gelir.
Burada ‘süre’den maksat zaman süresi değil, can süresi, ruh süresidir. Buradaki süre can ve ruh süresi soyundan olmakla birlikte, onların tıpkısı da olmadığından; buna ‘gösterim süresi’ demek doğru olur. Gösterim süresi nedir? Bu özgün süre gerçeğini anlamak için onu bazı rasyonel öğelere ayıralım: …”
(Tiyatro Nedir / Mitos-Boyut Yayınları, 2006 / Sayfa 145)
Bu kitap, tiyatronun ve bizim büyük tiyatro insanlarımızın farkında olmak isteyenlerin kitaplığında mutlaka yer almalıdır…
(01.02.2010)
Yeni Muhsin Ertuğrul Sahnesinin Farkında mıyız?
Yıllar önce, büyük ulusal televizyon kanallarından birindeki ana haber bülteninde; sokaktan insanlarla kısa röportajlar yapılıyordu… Muhabir, yoldan geçen delikanlının birine “Muhsin Ertuğrul’u tanıyor musunuz?” diye sordu. Üniversite öğrencisi olduğu anlaşılan genç adamın cevabı
şu olmuştu: “Harbiye’de bir tiyatro binası var, onun sahibi galiba…” Bu olayı, Muhsin Ertuğrul Sahnesinin açılışında yaşananlar hatırlattığı için; ben bu ayki sohbetimizde, konunun yabancısı olanların gözünden kaçabilecek bazı ayrıntıların farkında olduğumu söylemek istiyorum…
Televizyondan naklen, canlı yayın olarak seyrettiğim açılış töreninde; Başbakanın konuşma yapmasını çok güzel buluyorum. Konuşmanın içeriğindeki siyasi mesajları saymıyorum, çünkü tiyatro sanatının ve Muhsin Ertuğrul’un saygınlığına yakışması ilgilendiriyor beni…
Ancak, televizyon kameraları salonun güzelim koltuklarındaki seyircileri tararken, gözlerim yeni Genel Sanat Yönetmenini aradı ama göremedi. (Sonradan öğreniyoruz ki, Büyük Şehir Belediyesinin protokol yönetimi yapmış bu hatayı! Hata demek işi küçültüyor galiba, “ayıp” demek daha doğru olacak!)
Kurdele kesilirken yaşanan karmaşa da hiç hoş değildi. Şehir Tiyatroları emektar oyuncularının orada bulunması iyi olmaz mıydı? Bunu da akıl edemeyen protokol yönetimi, mesela bir özel tiyatro sahibine Başbakanın yanında nasıl yer veriyordu?
Sahne adının üzerine “Şehir Tiyatroları” imzası konulmamış. Tuhafıma gidiyor: Demek ki o sahne bir başka kuruma ait, Şehir Tiyatroları da oyun sergilerken misafir olacak orada! Yani arada bir, salon boş olursa…
Yani, Muhsin Ertuğrul Sahnesi, kongre merkezi olarak oluşturulan mekân içinde herhangi bir salon olarak görev yaparken; ulusal ve uluslararası kongrelerden, belediye ve parti toplantılarından arta kalan boş vakitlerde Şehir Tiyatrosu tarafından kullanabilecek! (Böyle düşünüyorum, çünkü yapılan konuşmalarda “çok amaçlı salon” gibi bir değerlendirme vardı…)
Başbakan konuşmasının sonunda salonun açılışı şerefine “Keşanlı Ali Destanı” oyununun sergileneceğini söyledi. Oysa açılışı “İntiharın Genel Provası” adlı oyun yaptı! Bu gafın da iki yanlışı olduğunun farkındayım.
Bir: Demek ki, belediye protokolü oyun değişikliğini Başbakan’a iletmeyi akıl edememiş. Başbakan ilk programı biliyor, çünkü Muhsin Ertuğrul Sahnesi projesine büyük emek veren eski Genel Sanat Yönetmeninin: “Salon yapım için kapandığı sırada ‘Keşanlı Ali Destanı’ sergileniyordu. Açılışı da bu oyun yapacak. Böylece sahne kaldığı yerden gösterilerine devam edecek…” dediğini biliyoruz.
İki: “İntiharın Genel Provası” oyununun, Şehir Tiyatrolarının ilan edilmiş Ocak ayı programına göre Ümraniye sahnesinde gösterisi vardı. Salonun tamamına yakın bilet satılmıştı. Oyunun Harbiye’deki açılış gösterisinden Ümraniye’deki matineye yetişmesi imkânsızdı. Yani, bu oyun değişikliğini kimler önerdiyse; hem salonda bir saattir oyunun başlamasını bekleyen seyircilerden, hem belediye ulaşım ekibinden, hem dekorculardan, hem oyunculardan, hem de Başbakan’dan, “ah” aldıklarının farkındayım…
(01.01.2010)
Yeni Yılınız Kutlu Olsun!
Bu köşedeki aylık sohbetlerimizi, otomatiğe bağlanmış gibi yazmamaya özen gösteriyorum. Zaman zaman güncel gelişmelerin farkında olmaya da çalışıyorum. Koca bir yıl geçmiş, umutlarla dolu yeni bir yıl başlıyor, bunları düşünmeden olur mu hiç…
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, çok güzel bir saptama yaptı 25 Aralık günkü yazısında: “…Her aralık ayında şunu düşünüyorum: ‘Acaba bütün dünyada en sempatik dini figür nedir?’ Haç değil. Hilal de değil, Yahudi yıldızı da... Peygamberler ve azizlere bakıyorum. Birisi için sempatik olan, ötekine o kadar sempatik gelmiyor. Hindu figürleri, Buda desen, bize epey uzak... Öyleyse geriye ne kalıyor? Bana göre bütün dün-yada en sempatik dini figür Santa Claus. Yani Noel Baba...”
Noel Baba Santa Claus’un, Antalya Demre’de yaşamış bir aziz olduğunu biliyorduk. Bugün bildiğimiz giysilerinin de, Coca Cola tarafından çok çok sonra kırmızı-beyaz yapıldığını çeşitli incelemeler sonucu öğrendik. Peki, “Yılbaşı Çamı Süslemek” ne anlama geliyor acaba? Son günlerde bu konuda yapılan tartışmaların farkında mısınız?
Dünyanın sayılı Sümerologlarından ve Türkiye’nin gururlarından biri olan tonton nine Muazzez İlmiye Çığ; 20 Aralık gecesi Fatih Altaylı’nın Teke Tek adılı programına konuk olmuştu. Yılbaşında ağaç süslemenin eski Türklere ait bir gelenek olduğunu iddia etti…
Ancak bazı tarihçilerimiz bu teze karşı çıktılar. Prof. Dr. Halil Berktay: “Muazzez İlmiye Çığ anlaşılıyor ki ne Türk folklorunu, ne Hıristiyan-lığın tarihini doğru dürüst biliyor. ‘Türklerin çam ağacı süsleme âde-ti’, tam ne zaman, hangi kanallardan, nasıl bir etkileşimler süreciyle ve ne gibi izler bırakarak geçmiş Avrupa’ya? Çok merak ettim doğ-rusu…” diye sordu…
Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay ise: “Resmi tarih tezleri Türklerin kurak-lık sonucu Orta Asya’yı terk ettiğini yazdığına göre: Çam ağacı nere-de yetişiyormuş acaba? Ayrıca Türkler göçebe, ne işleri var çamla? Yani neresinden bakarsanız bakın bu tez sakat…” dedi.
Prof. Dr. Ahmet Taşağıl da çam süslemenin Hıristiyan âdeti olduğunu belirtti ve: “Genelde Türklerde ağaca çaput bağlama ve dilek dileme var. Ama bu genel olarak sadece çam ağacı değil. Bu konuda Türk tarihiyle ilgili eski orijinal kaynakları en okuyan birisi olarak söylü-yorum, ben böyle bir şey görmedim. Bunu iddia edenler ispatlamalı-dırlar.” diye konuştu…
Muazzez İlmiye Çığ’ın Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Bayer’in 26 Aralık günkü köşesinde bu görüşlere karşı yayınlanan cevabına da bir bakalım:
“Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel, çok eski Türk-lerin yeniden doğuş bayramıdır. Türklerin, tek tanrılı dinlere girme-sinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir ‘ak-çam ağacı’ bulunuyor. Buna ‘hayat ağacı’ diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Türklerde Güneş çok önemli… İnanca göre gecenin kısalıp gündü-zün uzamaya başladığı 22 Aralık’ta, gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte Güneş’-in bu zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneş’in yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı ‘Nardugan’ (nar=güneş, tugan-dugan=doğan) ‘Doğan güneş’... ‘Güneşi geri verdi’ diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrı’ya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dal-larına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrı’dan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etra-fında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyükbabalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyor-lar. Yedikleri, yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bay-ram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.
Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş. Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan göre-rek aldıkları söyleniyor. İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok. Doğum, güneşin yeniden doğuşu…”
Ne dersiniz? Üzerinde düşünmeye ve yeni bulgular için araştırmaya değmez mi?
(01.12.2009)
Grotowski’de “Farkındalık” kavramının incelikleri…
Kasım ayının ilk günlerinde, Polonyalı ünlü tiyatro adamı Jerzy Grotowski için iki gün süren bir anma etkinliği yapıldı. Unesco tarafından ilan edilen “Grotowski Yılı” kapsamında, Prof. Ayşin Candan’ın kişisel çabalarıyla gerçekleşen etkinliğin ilk günü; Garajistanbul’un küçük salonu, hınca hınç gençlerle doluydu.
“Konservatuarların ve üniversitelerimizin tiyatro kürsülerinin öğrencileri, etkinliğe ne güzel ilgi gösteriyorlar.” diye sevinmiştik. Ama Polonya’dan gelen önemli konuşmacıların anlatımları sırasında, üçlü-dörtlü gruplar halinde salonu terk etmeye başladılar. Karşılarında ayakta durmuş, heyecanla tiyatro konuşan yaşlı adamın; Grotowski’nin yakın çalışma arkadaşı, dramaturg-yazar Ludwig Flazsen olduğunun farkında değillerdi. (Flazsen’in, gidenlere bakıp: “Bari çıkmak isteyenler topluca çıksın da, biz kalanlarla sohbete devam edelim…” demek zorunda kalmasından çok yaralandığımızı söylemeden geçemeyeceğiz…)
Etkinliğin ikinci günü, Yeditepe Üniversitesi / Güzel Sanatlar Fakültesinin konferans salonundaydı. Film gösterileri yapıldı ve “Tiyatro Laboratuarı” üzerine bir panel gerçekleştirildi. Tahmin ettiğimiz gibi, bu defa katılım çok az oldu. Gelmeyenler, neler kaçırdıklarının farkında değillerdi.
Bu ayki sohbetimizde, işte bu nedenle sözü Grotowski’ye vermeyi arzu ettim. Onun dünyada övgüyle karşılanan oyunculuk kuramının; aslında “farkındalık” kavramına nasıl bağlandığını beraber saptayalım istiyorum.Grotowski, çalışmalarının kayda geçmesine hep karşı çıkarmış. Bilinçli bir karar olarak, oyunculuk yöntemiyle ilgili kitap da yazmamış. Bugün yayınlanan yazıların tümü, onun çeşitli kurumlarda yaptığı konuşmaların deşifre edilmesinden başkası değil.
Şimdi, Onun 1966 yılında İsveç Skara Tiyatro Okulu öğrencilerine yaptığı konuşmadan bazı bölümleri sizinle paylaşacağım. A. Cüneyt Yalaz’ın Türkçeye çevirdiği bu metni ben, emek ve sabır ürünü olan tiyatro dergisi Mimesis’in 1991’de yayınlanan 4. “Yoksul Tiyatro” özel sayısından aldım:
“… Bu konferans boyunca itkiler ve reaksiyonlarla ilgili sorunlardan söz ederken, temas olmadan hiçbir itkinin ve reaksiyonun var olmayacağının altını çizdim. Bir kaç dakika önce hayali bir partnerle kurulan temasa dair sorunlar üstüne konuştuk. Ama bu hayali partner hayali odanın uzayında sabitlenmiş de olmalıdır. Partnerinizi belirli bir yerde sabitlemezseniz, reaksiyonlarınız kendi içinizde kalacaktır. Başka bir deyişle, kendinizi kontrol edersiniz, zihniniz size hükmeder ve bir tür coşkusal narsisizme ya da bir gerilime, bir tür kısıtlanmaya doğru yönelirsiniz.
Temas, en temel olan şeylerden biridir. Bir oyuncu temastan söz ettiği zaman ya da temas üstüne düşündüğünde; çoğu zaman temasın sabit gözlerle bakmak olduğuna inanır. Ama bu temas değildir. Bu yalnızca bir konum, bir durumdur. Temas, bakmak değil, görmektir. Şu anda sizinle temas halindeyim, hanginizin bana karşı olduğunu görüyorum. Şurada kayıtsız kalan birini görüyorum, bir diğeri ilgiyle izliyor, biri gülümsüyor. Bütün bunlar aksiyonlarımı değiştirir; bu temastır ve beni, eylem tarzımı değiştirmeye zorlar.
Davranış kalıbı her zaman sabittir. Örneğin, şu anda davranış kalıbı size son öğüdümü vermemdir. ‘Ne söyleyeceğim’ hakkında bir takım esasa dair notlarım vardır, ama ‘nasıl konuşacağım’ temasa bağlıdır. Örneğin, birinin ıslık çaldığını duyarsam, daha yüksek ve sert bir sesle konuşurum ve bilinçsiz olarak bunun nedeni temastır.
Öyleyse, açıkça tanımlanmış metin ve aksiyonun, önceden sabitlendiği gösteri sırasında, partnerinizle her zaman temas halinde olmalısınız. Partneriniz, eğer iyi bir oyuncuysa, her zaman aynı aksiyonlar dizisini izler. Hiçbir şey şansa bırakılmaz, hiçbir ayrıntı değişmez. Ama bu kurulu düzenin içinde öyle anlık değişiklikler vardır ki, partneriniz her seferinde çok az bir farkla oynar ve siz, Onun ansal aksiyonlarına karşılık vererek, Onu dikkatlice izlemek, dinlemek ve gözlemlemek durumundasınızdır…”
(Grotowski’nin bu güzel konuşmasını, metin içinde siyah harflerle (bold) yazılmış “temas” sözcüğü yerine “farkındalık” sözcüğünü koyarak bir daha okuyun lütfen…)
(01.11.2009)
“Farkındalık” tiyatroda ne anlam taşır?
Bilgi Yayınevi’nin, ilk basımını 1967 yılında yaptığı “Sahneye Koyma Sanatı” adlı bir kitabı vardır. (Sonra yeni baskıları oldu mu bilmiyorum, ama ben bu ayki sohbetimize o güzel kitaptan farkındalık başlığı altına toplayabileceğimiz bazı alıntılar yapmak istiyorum…)
Önce kitapla ilgili birkaç bilgi: Orijinal adı “Director The Play” olan kitabı Toby Cole ile Helen Krich yazmışlar ve 1953’te yayınlamışlar. Dilimize çeviren ise Suat Taşer’dir… (Şimdi internet diye güzel bir olanak var. Wikipedia sitesine girin ve Suat Taşer ustanın farkına varın lütfen...)
Ben tiyatro ile ilgili yazılarımda veya söyleşilerimde şu sloganı çok sık kullanırım: “Sanatta kendinizi değil, kendinizde sanatı seviniz.”
Bu muhteşem sözler, Moskova Sanat Tiyatrosu’nun kurucusu ve kendi adını taşıyan oyunculuk öğretisinin yaratıcısı Konstantin Stanislavski’ye aittir. Kısa süreli öğrencisi, büyük ödüller kazanmış Amerikalı tiyatro ve sinema yönetmeni Joshua Logan’a, ülkesine dönerken armağan ettiği fotoğrafına yazmıştır bu cümleyi.
Joshua Logan, (yine wikipedia’ya bakmalısınız derim) “Sahneye Koyma Sanatı” kitabına alınan yazısında; bizim konumuzla ilintili olarak şunlara dikkat çekiyor:
“…Bence, bir rejisör, ilkin seyirciye karşı sorumludur. Tiyatro sanatı ne derece büyük olursa olsun, paylaşılmadıkça hiçbir değer ifade etmez. Çünkü tiyatro yalnız verici değildir; hem verici, hem alıcıdır…
...Seyirci, daha baştan, dikkatini piyesteki kişilere yöneltecek hale getirilmelidir. Sorunlar seyirciye göre önem sırasına konarak iyice belirtilip yoğunlaştırılmalıdır. Ilımlılık tiyatroda bir erdem sayılmaz…
...Seyirci aptal yerine konulamaz. Şu beylik söz ‘canım, seyirci farkına varmaz!’ sözü saçmadır. Seyirci her şeyin, her doğrunun, her yanlışın farkına varır. Oyunculukta yahut sahneye koyuculuktaki güvensizliği, tıpkı bir atın, binicisinin içindeki korkuyu hissedişi gibi hisseder…
...Bunlardan başka, (aktör) tiyatronun en büyük düşmanları olan korku ve kuşku ile –aktörün, seyirci karşısına çıkmak, yeterince iyi olamamak, ezberini unutmak korkuları ve hepimizde bulunan benlik kuşkusu ile savaşmalıdır…
…Seyirci ile ilk karşılaşmadan doğan yüksek gerilim anlarında, aktörler; rejisörden, rollerinden ya da kendilerinden kuşkuya düşerler. Bu yüzden panik baş gösterebilir. Bu gibi hallerde rejisörün çok dikkatli olması gerekir. Aksi halde her şey mahvolur…
Gördüğünden kuşkulanan kişi
Yitirir inancını, bozulur düzenin gidişi
Ay da, güneş de kuşkulansaydı eğer
Işıksız kalırdı gecelerle gündüzler…”
(01.10.2009)
Çok iyi bildiğiniz bir “Farkındalık” oyunu…
Bireysel Farkındalık duyarlılığını geliştirecek öyle güzel çocuk oyunları vardı ki, ama oynarken bunun farkında değildik...
Şimdi ben söyleyince hatırlayacağınız bir oyunu, arkadaş grubunuzla bir de bu yaşlarda deneyin… Bakalım çocukluktaki gibi keyif alacak mısınız?
Bir evde toplanmışsınız, yeniliyor, içiliyor, güzel konular konuşuluyor. Bir an geliyor, sıkılmalar başlıyor… (ki bu çok doğal insani bir duygudur, öyle değil mi?) Farklı bir eğlencelik aranırken, önce siz kendinizi gönüllü “ebe” olarak atayın ve şunları söyleyin arkadaşlarınıza:
—Arkadaşlar, susun bir dakika, lütfen… Bakın ben şimdi odadan dışarı çıkıyorum. Beş dakika sonra döneceğim. Herkes şu anda oturduğu yeri ve oturma biçimini değiştirsin. Ben gelince kimin daha önce nerede ve nasıl oturduğunu bulmaya çalışacağım… Ama lütfen ses çıkarmadan yapın yer değiştirmelerini…
Evet, hatırladınız herhalde… Önce bir–iki itiraz cümlesi duyarsınız, siz o sırada kimin nerede nasıl oturduğunu inceleyin. Sesler durulunca, çıkıp kapıyı kapatın… Banyoya gidin, mutfağa gidin, beş dakika kadar turlayıp dönün… İnanın, arkadaşlarınızı çıt çıkarmadan sizi bekliyor bulacaksınız!
Yanlış yapacağınıza emin olan bütün arkadaşlarınız, hınzır-güler gözlerle sizi izlerken, siz de odayı (film kamerasının soldan-sağa pan yapışı gibi) genel bir bakışla tarayın. Kimin daha önce nerede olduğunu hatırlamaya çalışın. Sonra tek tek kollarından tutup, önceki yerlerine taşıyın Onları ve bir heykeltıraş gibi eski pozisyonlarına getirin… İtirazlar olacaktır, ama inanın gülmeler de artacaktır… Çünkü bu da doğal insani bir duygudur…
Sizden sonra bir başka ebe bulmak için, mutlaka demokratik bir seçim yapmalısınız. Gönüllü aramayın. Çünkü ebe seçmek de oyunun parçası olacaktır. Demokratik seçim için, “kibrit çöplerinin arasından yarım olanı çekme” oyununu oynayabilirsiniz. Bu da coşkuyu arttırır…
Bu oyunları mutlaka siz de oynamışsınızdır. Şimdi bir daha deneyin… Bakın farkındalık ne güzel, arkadaşlık ne güzel, ne güzel şey yaşamak…
(01.09.2009)
Bireysel Farkındalık egzersizine devam…
Geçen ayki yazımızda bireysel farkındalık duyarlılığını geliştirecek basit bir egzersiz önermiştim. Yine aynı yolda devam ediyoruz… Evden işe (veya şimdi okul olmadığına göre, alışverişe ya da gezmeye) giderken, bu defa insanları fark edin istiyorum. “Sadece sağ yanınızdaki” insanları görmeye çalışın bakalım…
—Kaç kadın geçiyor yanınızdan?
—Tahminen kaç yaşlarındalar?
—Kaçının başı örtülüydü?
—Başörtüsü “türban” mıydı?
—Hiç kara çarşaflı kadın gördünüz mü?
—Kaçının başı açıktı?
—Gördüğünüz kadınlar yalnızlar mıydı?
—Yanlarında birileri mi vardı?
—Yanlarındakiler erkekler miydi?
—Erkekler yaşlı mıydı?
—Genç erkekler miydi kadınların yanlarındakiler?
—Yoksa başka kadınlar mı vardı?
—Yanlarında çocuk olan kadın var mıydı?
—Çocukların yaşlarına dikkat ettiniz mi?
—Çocukların kaçı kız, kaçı erkekti acaba?
—Ağlayan çocuk oldu mu?
—Ağlama nedenini anlayabildiniz mi?
—Peki, kaç erkek geçti yanınızdan?
—Tahminen kaç yaşlarındaydılar?
—Kaçı yaşlıydı, kaçı genç?
—Gördüğünüz erkekler yalnızlar mıydı?
—Yanlarında birileri mi vardı?
—Yanlarındakiler kadınlar mıydı?
—Kadınlar genç miydi?
—Yanlarında çocuk olan erkek var mıydı?
—Çocuklar kaç yaşlarındaydılar?
—Erkeklerin yanındaki çocukların kaçı erkek, kaçı kızdı?
—Sigara içen erkek var mıydı?
—Cep telefonuyla konuşan erkek var mıydı?
—Bir de gençleri katalım bakalım: Kaç genç kız gördünüz?
—Kaç delikanlı geçti yanınızdan?
—Kaçı MP3 kulaklığından müzik dinliyordu?
—Kaçı cep telefonuyla konuşuyordu?
—Kitap taşıyan genç var mıydı?
—Müzik aleti taşıyan genç var mıydı?
—Kaç genç şortlu-tişörtlüydü?
—Kaç genç bluejean giymişti?
—Kaç genç kız mini etekliydi?
—Sigara içen genç var mıydı?
—Saçları uzun olan delikanlı sayısı kaçtı?
—Hiç kafası dazlak dalikanlı gördünüz mü?
Sonra eve döndüğünüzde, aklınızda kalanları bir kâğıda yazmalısınız…
Bu, kendiniz için, basit ama güzel “bireysel farkındalık” çalışmasıdır… Ciddiye alırsanız duyarlılığınız artar, kazançlı çıkarsınız…
(01.08.2009)
Bireysel Farkındalık aşamasındayız!
1 Ocak 2008’de başlattığımız bu sohbet köşemize yaptığım girişte şöyle bir yargım da olmuştu: “Tiyatrocu olmanın temel koşulu şudur: Ben ne yaptığımın farkındayım. Ağzımdan çıkanı kulağım duyuyor!”
Ve bu yargımı açıklayacak yazılarımı, şu çizgide sürdüreceğime söz ver-miştim: “Ben, farkında olmayı dört başlık altında ele almanın yararına inanıyorum. Birinci başlık: ‘Evrensel Farkındalık’ olmalıdır… İkincisi: ‘Küresel Farkındalık’… Üçüncü başlık: ‘Toplumsal Farkındalık’…
Ve Dördüncüsü: ‘Bireysel Farkındalık’…”
Bu ay, on altıncı yazıya ulaşan sohbetlerimizde, gündemin zorlamasıyla ileri gidişler veya arada bir geri dönüşler olsa da; çizgiyi bozmamaya özen gösterdim. Çizgimizin son aşaması olan “Bireysel Farkındalık” konusuna bir bakalım istiyorum bugün…
Evinizden işinize (ya da okulunuza) giderken; “sadece sağ yanınızda” gördüğünüz konutlar dışındaki mekânları saptamaya çalışın bakalım!
—Kaç dükkân geçiyorsunuz?
—Ne dükkânları olduğunun farkında mısınız?
—Hiç okul var mı?
—Okulun adı ne?
—Eğitim düzeyi ne?
—Çocuk parkı var mı?
—Çocuk parkındaki oyuncaklar neler?
—Sağlık Ocağı var mı?
—Özel veya devlet hastanesi var mı?
—Camiye rastlıyor musunuz?
—Diğer dinlerin ibadet yerleri var mı?
—Büyük market görüyor musunuz?
—Kahvehane var mı?
—Kalabalık oluyor mu?
—Sürmekte olan veya yarım kalmış inşaat var mı?
—Ne inşaatı?
Akşam eve döndüğünüzde aklınızda kalanları bir kâğıda yazmalısınız…
Ertesi gün, bu defa işinizden (veya okulunuzdan) eve dönerken; yine “sadece sağ taraftaki” konut dışı mekânları saptamaya çalışın. Onları da aynı kâğıda yazın. Sonra, isterseniz köşemize de gönderebilirsiniz…
Bu basit ama güzel “bireysel farkındalık” çalışması üzerine bir sohbete satırbaşı yaparız beraber…
(01.07.2009)
Makale ile Tiyatro Oyunu Arasında Fark Vardır!
Bir önceki yazımızda, “Çocuk Tiyatrosu” alanına girince; 2008–2009 sezonu biterken, Tiyatro konusuna genel bir büyüteç tutmakta yarar olduğunu düşünüyoruz…
Ülke geneline yayılmış devlet ve özel Üniversitemizin çoğunda Sahne Sanatları kürsüleri var. Büyük illerimizde Konservatuarlar var. Ve bütün bu güzel girişimler, her yıl genç mezunlar veriyorlar. Tiyatroyu meslek olarak seçen ve yüksek okul okuyup diploma alan, hatta yüksek lisans yapan gençler nasıl geçinecekler peki? Tabii ki tiyatroyla kazanacaklar hayatlarını. Ama “piyasanın gerçekleri” okul hayatı kadar güzel çıkmıyor!
Ödenekli Tiyatrolarımızın kadroları ağzına kadar dolu olduğu için, ancak şanslı olanlar, iki-üç oyunda stajyer unvanıyla çalışma olanağı buluyorlar. Özel Tiyatroların kadroları da; maliyetleri düşürmek amacıyla çok dar tutulduğu için, belki ek sanatçı gerektiren bir projede sahneye çıkma fırsatı yakalanıyor. Geriye, birbirini tanıyan arkadaş gruplarının yeni bir özel tiyatro kurmaları çözümü kalıyor.
İşte bu nedenlerle; farkında mısınız bilmem, ama Türk Tiyatrosu yeni bir altın çağ yaşıyor. Çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere, sayamadığımız kadar çok tiyatro perde açıyor. Sahnelerde: Müzikal var, epik var, vodvil var, fars var, dram var, avangart var, geleneksel var; doğaçlama (tuluat) oyunu var, kukla oyunu var, gölge oyunu var, çocuk oyunu var… Ama ne yazık ki bunların çoğunda “makale” ile “oyun” kavramı birbirine karışıyor!
Ben, hayatımı dengeleyen iki dalda, “İletişim” ve “Tiyatro” alanında ürün verdiğim gibi, hem bilgi birikimimi gençlerle paylaşıyorum; hem de farklı yayın organlarında kuramsal yazılar yazıyorum. “Tiyatro” ile “İletişim” alanlarının nasıl birbirine yaklaştıklarını; “makale” ile “oyun” arasındaki farkın da o kadar birbirinden uzaklara düştüğünü gözlüyorum…
Makaledeki yazı ile tek başına yüz yüze kalan 1 kişi, “okumak” eylemini algılamaya çeviriyor… Oyun ile aynı anda yüz yüze gelen en az 300 kişi ise “seyretmek” eylemini algılamaya çeviriyorlar. Tek kişinin okuması ile çok kişinin seyretmesi arasında önemli bir fark çıkıyor ortaya: “Aksiyon (yani eylem)”… Tiyatroyu var eden temel öğe!
Eğer sahnede aksiyon (eylem) yoksa tiyatro da yok demektir. Seyredilen şey “makale” olur. Makale seyredilir mi peki? Hayır, makale, okunur! Ya da sesli okuyan birisinden dinlenir! Oyun okunur mu peki? Oyunlar da okunur tabii, ama tiyatroda değil evde okunur. Koltukta okunur, masada okunur, sandalyede okunur veya yatakta okunur.
Ya da diyelim ki, son yıllarda “maliyetsiz çözüm” olduğu için çok yaygın biçimde uygulandığını gözlediğimiz bir “Okuma Tiyatrosu”na gittiniz… Sahnede bir oyun okunuyor… Okuyanlar çok da güzel tonluyorlar… Ama aksiyon (eylem) yok! O zaman oyunu dinliyorsunuz demektir. Seyir değil dinleme konumundasınızdır… Karşınızdaki tiyatro değildir!
(01.06.2009)
Çocuk Tiyatrosu Çocukların Gerisinde Kalıyor
Bu köşenin sürekli okurları, umarım: Zaman zaman güncel duraklarda dursak da, bir buçuk yıl önce başladığımız Farkındalık sohbetlerimize; Evrensel, Küresel ve Toplumsal çizgide devam ettiğimizin farkındadırlar.
Bu defa toplumsal bir farkındalık örneği üzerine yoğunlaşalım istiyorum: Ne kadar çok “23 Nisan Çocuk Şenliği” yapıldığının farkında mısınız?
Ve çocuk tiyatrosunun, şenliklerin vazgeçilmez öğesi olduğunu görüyor musunuz?
Bazı özel kuruluşlar, bu şenlikleri promosyon aracı olarak kullanıyorlar.
Yani, ürünlerini çocuklara tanıtabilmenin ve satabilmenin bir yolu olarak görüyorlar. Örneğin: Eti Bisküvileri ve Ülker ürünleri, 23 Nisan’da çocuk şenlikleri düzenlediler. Migros mağazaları, Devlet Tiyatroları ile ortaklaşa bir kutlama haftası düzenlemişti. Bütün Türkiye’de, çocuk tiyatrolarının ücretsiz seyredilme fırsatı yarattılar…
Yanlış anlaşılmasın; böyle uygulamaları yanlış bulmuyoruz biz, önemli sosyal sorumluluk davranışları olarak görmekteyiz. Ama eleştirilerimiz başka ayrıntılarda toplanıyor. Şöyle ki:Şenliklere katılan çocuk tiyatrolarının, günümüz çocuklarının gerisinde kaldıklarını üzülerek saptadık. Bu gözlemimizi, yakından izlediğimiz İstanbul Şehir Tiyatroları’nın “25’inci 23 Nisan Çocuk Şenliği” haftası boyunca yaşadık.
Çocuk seyircilerin, okullarından otobüslerle taşınarak salonlara getirildiği gösteriler, olağanüstü ilgiyle karşılandı. Katılım sayısı on binlere ulaştı. Ancak nicelik, niteliğin üstünü örtemedi ne yazık ki…
Nitelik için şenlik seçici kurulunun çok titiz davrandığını biliyoruz. Şehir Tiyatrolarının Çocuk Birimi, çizginin üstünde bir kalite tutturmaya özen gösterdi. Ancak, gösteri yapmaya davet edilen özel ve amatör çocuk tiyatrolarının; çağdaş bir kalite düzeyini yansıtması mümkün olamadı.
Çocuk tiyatrosu basite alınmaya devam ediyor. Yaratıcılık ve titizlikten uzak, “ben yaptım oldu” yaklaşımı devam ediyor. Ve ne yazık ki, çocuk tiyatrosu Cumhuriyetin ilk yıllarına dönüş yapıyor. Bu manzarasıyla da günümüz çocuklarının gerisinde kalıyor.
Günümüz çocukları dediğimiz zaman neyi tanımlıyoruz peki biz? Şunu çerçeve içine alıyoruz:
MP3 çalarıyla müzik dinleyen, ev ödevlerini bilgisayarla yapan, interneti yoğun biçimde kullanan, bilgisayar oyunlarıyla oynayan ve cep telefonu olan bir hedef kitle var karşımızda. Tatil günleri, sinemalarda: Yüzüklerin Efendisi, Hary Potter, Narnia Günlükleri ve Matrix gibi; teknoloji harikası filmleri seyrediyorlar.
Onlara artık “aslan kardeş, tavşan kardeş” biçimleriyle yaklaşmanın zor olduğunun farkında değil miyiz?
(01.05.2009)
Dünya Çocuk Tiyatrosu Günü
1962 yılında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü / ITI (International Theatre Institute) tarafından başlatılan “Dünya Tiyatro Günü”nün ülkemizde de kutlandığının bu köşenin okurları farkındadır diye düşünüyorum... Her
yıl tiyatroların ücretsiz perde açtığı 27 Mart günü, başlangıçta dünyaca ünlü bir tiyatro adamı tarafından yazılan bir metin sahneden okunuyordu. 1978 yılında her ülkenin kendi saygın tiyatrocusunun yazdığı bildirinin okunmasına karar verildi. Türkiye’deki ilk ulusal bildiriyi, büyük tiyatrocu Muhsin Ertuğrul kaleme almıştı.
Aynı bu özel gün gibi, Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği / ASSİTEJ tarafından belirlenen “Dünya Çocuk Tiyatrosu Günü” de, her yıl 20 Mart’ta kutlanıyor… Ankara’daki ASSİTEJ Türkiye Merkezi, bu yılki ulusal bildiriyi benim yazmamı istemişti. Ülkemizdeki çocuk tiyatrolarının sahnelerinde, geçtiğimiz Cuma günü okunan metnimi, şimdi bu köşenin okurlarıyla paylaşmak istiyorum:
Dünya Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Günü bildirisi / 20 Mart 2009
Çocuk Güçtür! Çocuk, ailenin ve toplumun gücünün simgesi olduğu gibi, kendisi de müthiş bir güçle donatılmıştır. İlk gücünü annesinden donanır çocuk. Çünkü dünyada başka hiçbir kimse annesi gibi “yavruuum” diyemez.
Çocuğa ikinci gücü babası verir. Gece uyurken “canım kızım” diye veya “aslan oğlum” diye okşar saçlarını.
Bir güç de kardeşten gelir. Eğer kardeş büyükse elini “güvenle” tutar. Küçükse kardeşi, elini “sevgiyle” sıkar.
Bir güç de hayatında karşılaştığı ilk unutulmaz bilgesinden gelir. Öğretmeni, “bilgi” ile tamamlar çocuğun gücünü.
Tiyatronun, çocuğa dönük olanı, ticari hırs yüzünden “yavrum” demeyi akıl edemiyorsa… Estetik kibirle “canım kızım” veya “aslan oğlum” diyemiyorsa… Sanatına özenmediği için “güven” veremiyor ve baştan savdığı için “sevgi” gösteremiyorsa… Kendi sığlığı nedeniyle “bilgi” aktaramıyorsa… Çocuk Tiyatrosu Güçtür…
(01.04.2009)
Toplumsal Piramit incelemesi - 3
Kendimizin nerede olduğunu ve kime tiyatro yapacağımızın farkında olmak için: “D ve E SES Grubu” incelemesiyle “Toplumsal Piramit” incelemesini bitiriyoruz…
D GRUBU
• Yüzde 50'si ya 5 kişilik ya 6 ya da daha fazla nüfusa sahip aileler.
• Üçte ikisinde çocuk sayısı 3–5 ya da 6 ve üstünde.
• Üçte ikisi ev sahibi, 10'da birinin ikinci evi var ve ev bu kentte.
• Salonlarda şap var. Avize az, çıplak ampulle aydınlatma çok fazla.
• Dayanıklı tüketim ürünleri var ama yeni teknoloji ürünleri çok az.
• Araç sahipliği oldukça az (yüzde 17) ve bir bölümü ticari.
• Alışverişte kadın hâlâ var, ama erkek ağırlığı hissediliyor.
• Gıda ve temizlik ürünlerinde açık olanlar tercih ediliyor.
• Cep telefonu sahipliği oranı üçte iki, hatlı telefon oranı yüksek.
• Bankadan kredi kullananlar %13, bunun çoğu ev kredisi.
• Ayakkabılar kapı önünde çıkarılıyor.
• Üçte biri gazete okuyor.
E GRUBU
• Bu grup kalabalık ailelerden oluşuyor.
• Üçte birinin çocuk sayısı 6'dan fazla.
• En yüksek konut sahipliği oranı D ile birlikte bu grupta.
• Zemin malzemesi şap, vazgeçilmeyen aydınlatma aracı çıplak ampul.
• Beyaz eşya çoğunda ikinci el, % 90'ında tek kapılı buzdolabı var.
• 10'da 1'inin aracı var ve bunların çoğu ikinci el.
• Alışverişi öncelikle baba yapıyor, sonra anne ve çocuklar da katılıyor.
• Açık gıda ve temizlik ürünleri alıyorlar.
• Temizlik ürünlerinin en az kullanıldığı grup. Üçte biri diş fırçalamıyor.
• En çok alışveriş bakkal ve semt pazarından, marketlere az gidiyorlar.
• Satın almaların yarısı veresiye.
• Yarıdan fazlasının cep ve ev telefonu var, bilgisayar ve video yok.
• Çok düşük oranda, o da kredi ihtiyacı dışında bankayla hiç işleri yok.
• Beşte biri gazete okuyor. Dergi alacak ne paraları var ne de moralleri.
(01.03.2009)
Toplumsal Piramit incelemesi - 2
Yerimizin ve kime tiyatro yapacağımızın farkında olmak için “B ve C SES Grubu” nitelikleriyle “Toplumsal Piramit” incelemesini sürdürüyoruz.
B GRUBU
• İdeal aile 4 kişiden oluşuyorsa B grubu büyük ölçüde bunu yakalıyor.
• Eğitim profili, A grubunun bir kuşak öncesini andırıyor.
• Çocuksuz aile sayısı çok az.
• Oturdukları eve sahip olma oranı A’dan biraz yüksek.
• Salon zeminleri parke ve marley… Avize var ama çıplak ampul de var.
• Dayanıklı tüketim ürünlerine olan talep A grubuna neredeyse özdeş.
• Yarısının özel otomobili var.
• Eve ne alınırsa alınsın, alışveriş sorumluğu annede.
• Açık gıda ve açık temizlik maddelerine talepleri düşük…
• Herkesin cep telefonu (% 96) var, hatlı telefon daha az.
• Yarısının bilgisayarı var, üçte biri ücretli TV abonesi.
• Bu grup da bankaya borçlanmaktan fazla korkmuyor.
• Yarısının kapısının önünde ayakkabılar çıkarılıyor.
• Büyük çoğunluk gazete okuyor.
C GRUBU
• B grubuna çok benziyor. Yarıdan fazlası 3–4 kişilik aile.
• Bu grupta üniversite eğitimi, ebeveynler için gündemden kalkıyor.
• Üçte ikisinde 2 çocuk var, kalan kesimde çocuk sayısı artıyor.
• Konut sahipliği oranı artmaya devam ediyor.
• Salonda şap olan var. Üçte birinde avize var, geri kalanı çıplak ampul.
• Dayanıklı tüketim ürünlerinde A-B grubundan büyük fark göstermiyor.
• Yarıya yakını otomobil sahibi, çoğunluğu ikinci el…
• A ve B’ye oranla alışverişte babanın sorumluluğu anneye yaklaşıyor.
• Yarısı açık gıda, üçte ikisi açık temizlik ürünleri kullanıyor.
• Çoğunda (% 89) cep telefonu var. Hatlı ev telefonu oranı da % 82.
• Beş aileden birinde bilgisayar var.
• Banka kredisi kullanımında tedbirliler.
• Üçte ikisinin evinde ayakkabılar kapı önünde çıkarılıyor.
• Dörtte üçü gazete okuyor.
(01.02.2009)
Toplumsal Piramit incelemesi - 1
Geçen yazımızda, “Toplumsal Piramit şemasını dikkatle inceleyelim, her ayrıntının farkında olalım. Gelecek ay bu kavramı inceleriz.” demiştik… İşte şimdi sıra, bu sözümüzü yerine getirmekte:
Televizyon kanalları, her ay gazetelerde tam sayfa ilanlar yayınlarlar. Eğer bu ilanların incelerseniz: “AB SES grubunda birinciyiz” dendiğini görürsünüz. Her kanal bu iddiada bulunur. Çünkü amaçları yayınladıkları programların ne kadar çok seyredildiğini (reyting) ifade etmek ve bu sayede daha çok reklâm filmi yayınlayıp, daha çok gelir elde etmektir. İşte bu “AB SES Grubu” denen şey: “A-B Sosyo Ekonomik Statü Grubu” demektir ve doğrudan doğruya Toplumsal Piramitten alıntıdır.
Toplumsal piramide Türkiye nüfusu nasıl dağılıyor acaba? İşte, 2007 yılında açıklanan araştırmaya göre toplumsal yapımız. Yani Türkiye'nin yeni sosyo ekonomik profilini açıklayan veriler:
A GRUBU
• Genel nüfusun içinde çok azlar, ya tek başına yaşıyorlar ya da 2 kişi.
• Bu grup, en az iki kuşak mutlak bir biçimde çok iyi eğitimli.
• Yarıya yakını çocuksuz.
• Oturduğu eve sahip olma oranının en düşük olduğu grup.
• Evlerinde konfor yüksek. Salon zemini parke ve lüks avizeler var.
• İleri teknoloji ürünlerini tercih ediyorlar.
• Otomobil sahipliği çok yüksek.
• Evin alışverişini kadın yapıyor.
• Hazır yiyecek, dondurulmuş gıda, dilimlenmiş ekmek tercihleri var.
• Cep telefonu kullanma oranı % 96, ev telefonu ise % 78.
• Üçte ikisinde bilgisayar var, ücretli TV yayınlarını tercih ediyorlar.
• Borçlanmaktan korkmuyorlar, kredi kullanıyorlar.
• Ayakkabılarını kapının önünde bırakmıyorlar.
• Bu grubun tamamı gazete okuyor.
Diğer grupların özelliklerine gelecek ay devam edelim, ne dersiniz?
(01.01.2009)
Toplumsal Piramit
Geçen yazımızda, “Toplumsal Piramit” diye bir kavramdan söz etmiştik. Bu defa, sadece kavramın şemasına bakalım istiyorum. Küçültünce anlaşılması güç olacağı için, köşemizde bir ay boyunca şema normal büyüklüğünde kalsın. Dikkatle inceleyelim, her bir ayrıntının farkında olalım. Sonraki ay bu kavramın ayrıntılarına gireriz birlikte…
(01.12.2008)
Küresel farkındalığa davet…Toplumsal farkındalık için not düştüğümüz bayram kutlamamızdan sonra, tiyatro adına kaldığımız yere geri dönüyoruz.
“Farkındalık, tiyatrocuya, ne yapması gerektiğini buldurur” demiştik… “Yaratıcılık, bulduğunu nasıl yansıtacağını seçtirir” demiştik… Yani, “farkındalık özü, yaratıcılık ise biçimi belirler” demiştik. Sözümüzün arkasında duruyor ve bugün küresel olayların farkına varmaya davet ediyoruz sizi. Çünkü “Küresel farkındalık” her zaman Tiyatrocunun gündeminde yer tutmalıdır.
Biliyorsunuz, Amerika’da en büyük yatırım bankalarının batmasına neden olan bir “finansal kriz” yaşandı. Yazılıp söylenenlere göre; ödeme gücü olmadığı bilinen yoksul kesimlere, “mortgage” sistemi uyarınca kullandırılan konut kredileri geri dönmeyince, finans sistemi çöktü. Ve giderek yayılan kriz, dalgalar halinde bütün dünyayı etkisi altına alıyor…
Finansal kriz ne demektir? Ekonomik kriz ne demektir? Amerika’da başlayan şey, dünyayı nasıl altüst edecektir? Ülkemize nasıl ve ne boyutta yansıyacaktır? Biz tiyatroculara ne olacaktır peki? Ekonomist olmadığım için ahkâm kesecek değilim; ama ekonomik kriz konusundaki farkındalığımı, adresi: teksatir.com.tr olan sitede yazdığım kendi köşe yazımdan biraz kısalttığım alıntıyla aktarmak istiyorum sizlere:
“Alışveriş merkezlerindeki giyim-kuşam mağazalarında kimseler yok! Gıda marketlerinin veya fast-food restoranlarının kasaları önünde kuyruklar oluşmuyor! Markalı ünlü kahvecilerin masaları tenhalaşıyor! Sıfır veya ikinci el otomobil satılmıyor, büyük konut sitesi projelerinden daire satılmıyor! Piyasaların göstergesi, Hürriyet Gazetesinin, bazen 32 sayfayı bulan ‘seri ilanlar’ eki, son günlerde 4 yaprak olarak basılıyor...
Bizdeki bütün bu gelişmeler, ABD finansal krizinin aynısı veya uzantısı değil bence. Bizde, satın alma kararlarında frene basıldı o kadar. Satın alma gücünün azalması şu anda geri planda duruyor. İnsanımız parasını tutuyor, çünkü ekonomik krizin ses efektleri giderek yükseliyor. Bunları görünce ‘Biz kriz sektöründe daha önce neler yaşamıştık acaba?’ diye düşünmeden edemiyor insan...
1994 krizimizde: Siyasi çevrelere yakın olduğu için devalüasyon tüyosu alanlar, paramızın değer kaybedeceğini piyasadan hissedenler, yüksek miktarlarda döviz alımlarıyla nakitlerini katladılar. O dönemin Merkez Bankası Başkanı, tüyo alıp servet sahibi olmakla itham edilip yargılandı.
2001 yılı krizimizde: Bazı bankaların bir gecede çöktüğü söyleniyordu. Çöküşün tetikleyicisi olarak, yüksek miktarlarda sıcak paranın piyasadan çekildiği gösteriliyordu. Ve açık biçimde belgelenip yazılmasa da, tetikçi olanın dev Alman Bankası olduğu dillendiriliyordu.
Şimdi, foşurtuları duyulan kriz dalgasının medyamıza nasıl yansıdığına bakıyorum... Ben ekonomist değilim. Ama okuyan, düşünen, not tutan, haberleri ve farklı yorumları birbirine bağlamaya çalışan bir yurtseverim. Gördüğüm şudur ki: Ekonomistler yorumlarını Karl Marks'a kadar götürüyorlar. Onlara göre 'kriz, kapitalizmin krizidir'... Hatta Marks'ın öngörüsünü tanık olarak gösterip: 'Dünya kapitalist sisteminin önümüzdeki 2–3 yıl içinde tamamen çökeceğini' iddia eden uzmanlar da var...
Peki, Türkiye’de neler olacak? Son yirmi yıldır gittikçe eriyen ‘orta halli’ kitleler nelerle karşılaşacaklar? Avrupa Birliği ülkelerinde de, Amerika Birleşik Devletlerinde de, piyasaları yaşatan ‘orta sınıfa’ ne olacak? Kentsoylu, eğitimli, meslek sahibi olmuş; ama yıllardır iş bulamamış küçük burjuvalar ne olacak?
Bana göre, toplumsal piramidin tabanına itilerek, her geçen gün büyüyen ortanın altı sınıf kitlelerine katılacaklar. AKP'yi iktidara getiren kitle de bu kitle değil midir?”
Bütün bu soruları yaratan olaylardan, tiyatro seyircisi etkilenmeyecek mi sanıyorsunuz? Küresel ekonomik gelişmeler tiyatrocuyu ilgilendirmez diye mi düşünüyorsunuz? Öyleyse yanılıyorsunuz! Gelecek yazımızda, şu “toplumsal piramit”ten söz etmemiz yerinde olur galiba, ne dersiniz?
(01.11.2008)
Şeker Bayramınız Kutlu Olsun!
Bu köşenin okurları arasında İslam dininin gereklerini tam olarak yerine getirenler de olabilir; “Elhamdülillah Müslüman’ım” demesini bilen, ama hiçbir dini eylemi olmayanlar da olabilir. Hıristiyan ve Musevi dostlar da vardır belki, hatta ateist olanlar da bulunabilir…
Bu köşenin açılış amacı “farkındalık” olduğu için, Tiyatroyla ilgileniyorum diyen herkesin, içinde yaşadığı toplumun değerlerinin farkında olması gerektiğine inandığımdan, bu defa sohbetimizi güncel bir konuyla açalım istiyorum. Bayramınız kutlu olsun…
Peki, “Ramazan Bayramı” mı diyeceğiz, yoksa “Şeker Bayramı” mı?
İkisi de doğru! Çünkü eskiden tabii ki “Ramazan” imiş bu bayramımızın adı… Uygarlık baskısı ile değişen sosyo kültürel alışkanlıklar, ekonomi politik yönlendirmeler, “Şeker” bayramına çevirmiş. Ramazan “Şekere” dönüşünce, bayram da “tatile” dönüştü zamanımızda. Hepimiz “Bayram tatili kaç gün?” diye merak edip takvime bakmıyor muyuz? Gelenekler bozuluyor, ama kabahat bizim değil. Ramazan Bayramı öncelikle “ailenin kaynaşması” demektir. Sarılmaların,
el öpmelerin, hediye alıp vermelerin amacı bu değil midir? Komşularla iletişim kurmak için vesiledir, akrabalarla görüşmek için fırsattır. Bayram dediğin, küslüklerin bitmesini sağlamaz mı?
Ramazan Bayramıda, Müslümanlara zorunlu olan önemli bir görev daha var: Zekât vermek! Müslümanlığın 5 şartından biri olan zekât, Arapça bir sözcüktür. Dini kaynaklar bu konuda şu bilgileri aktarıyorlar:
“Sözlük anlamıyla “temiz, bereketli, iyi ve düzgün olmak” anlamına gelen zekât; dinsel anlamıyla: Zengin kişinin, verilmesi emredilen belli miktarda malını yoksula vermesidir. Veren kimseyi cimrilikten ve günahlarından temizleyip varlığına bereket getirdiğine inanılır. Böylece sözlük anlamı ile dinsel anlamı arasında bağ kurulur.
Zekât veren kişinin borçlu olmaması şartı vardır. Borçlunun, elindeki parayla önce borcunu ödemesi gerekir. Yoksul bile olsalar: Anneye, babaya, nineye, dedeye, nikâhlı eşe zekât verilmez. Kişi çocuklarına ve torunlarına da zekât veremez…”
Şeker Bayramı ne demektir peki? Bu da doğru bir adlandırmadır bence. Anneler, evlerde özel bayram tatlıları yaparlar. Misafirlere çikolata tutulur. Çocuklara para verilir. Şeker ağırlıklı bu kutlamaların bilimsel “tıbbi” bir yanı da vardır. Çünkü otuz gün oruç tutmanın yol açtığı “kan şekeri oynaması”nın dengelenmesi değil midir bu çabalar?
(Bayram öncesi başlayan bir banka reklâmında, torun dedesine: “Eski bayramlar nasıldı?” diye soruyor… Kendi çocukluğundaki bayramları özlemle anacağını sanıyorsunuz, ama Büyükbaba şaşırtıcı bir şey söylüyor: “Eski bayramların tadı yoktu. Şimdiki bayramlar harika…”)
Bence hem gelenekleri koruyalım, hem tatil ihtiyacımızı… Bunu nasıl yapalım biliyor musunuz? Bayramın birinci günü, önce gidip ailemizle bayramlaşalım. Sonra ailemizin hayatta olmayan üyelerinin kabirlerini ziyaret edelim. Sonraki tatil günlerini de, “iç rahatlığı” ile kendimize ayırabiliriz o zaman…
Bu davranış: “Ben bu toplumun değerlerinin farkındayım.” Demektir!
(01.10.2008)
Yarına kim kalacak?
(Ciddi bir sağlık sorunum nedeniyle sohbetlerimize istemeyerek ara vermiştik. Bu aydan itibaren kaldığımız yerden devam ediyoruz…)
Son sohbetimizden hatırlarsanız:
“Fiziksel evren durağan değildir. Sürekli olarak devinip değişmekte, yeni-lenip gelişmektedir. Evrende tükenmeyen bir yaratıcılık vardır ve yaratıcı-lığın eyleme dönüşmesi spontane olmakla mümkündür.” Diyen Moreno, evrenin var oluşundan itibaren, insanın şu dört kozmik niteliğe sahip olduğunu savunuyordu: “1: Yaratıcılık, 2: Spontanelik, 3: Eylem ve 4: Kalıcılık…”
Şimdiki sohbetimizi, işte bu nitelikleri beraber yorumlamak üzerine yapalım istiyorum…
Psikoloji, yaratıcılık kavramını: “Değişen durumlar karşısında kalıcı olan ve kendi kendine var olan olgu.” olarak yorumlar.
Spontanelik: “Yaratıcılığın, duruma uygun bir tepki veya değişim olarak ortaya çıkmasını sağlamak”tır.
Spontanelik ve yaratıcılıktan çok daha önce insan evriminde önemli rol oynamış olan Eylem ise: “İnsanın biyolojik ve sosyal gelişiminde dilden önce” gelmektedir.
Yaratıcılık sürecinde, yaratılanın korunup devam ettirilmesi de önem taşır. Kozmik yapının bir parçası olan insanı: Yaratıcı, spontane ve eylemci nitelikleriyle düşünürken, bütün bunların varlık bulmasında “kalıcılık” özelliğini de unutmamak gerekir.
Psikoloji Kalıcılık için de şunu söylüyor: “Geçmişle geleceği birbirine bağlayan, nesillerin yarattığı kültür ürünlerinin korunmasıdır.”
Moreno’ya yeniden dönersek, “Yarına kim kalacak?” sorusuna şu yanıtı veriyordu:
“Yarına kalabilenler, yalnızca yaratıcı olanlar ve yaratıcılıklarını kullanabilenler olacaktır…”
Ben de, buraya kadarki kendi görüşlerimi şöyle özetleyebilirim:
FARKINDALIK, TİYATROCUYA, “NE” YAPMASI GEREKTİĞİNİ BULDURUR.
YARATICILIK, BULDUĞUNU “NASIL” YANSITACAĞINI SEÇTİRİR.
YANİ FARKINDALIK “ÖZÜ” BELİRLER, YARATICILIK İSE “BİÇİMİ”…
(01.05.2008)
Farkındalık ile yaratıcılık buluşuyor “Geleceğin tiyatrosunu farkındalık ve yaratıcılık kurtaracaktır” diye bir slogana varmıştık… Geçen ayki yazımızda farkındalık üzerine yeterli sayılabilecek bir giriş yaptığımızı düşünüyorum ve bu defa yaratıcılık için yararlı olacağına inandığım birkaç söz paylaşalım istiyorum sizinle.
Yaratıcılık üzerine başlangıçta neler söylenebileceğini yansıtacak bir pencere tıklayalım. Merak edip başka ayrıntılara ulaşmak, kendisine “tiyatrocu” diyenlerin çabasına kalıyor…
Yaratıcılık
Psikoloji bilimine göre: “Aynı olguya, toplumla beraber baktığı halde, farklı algılayıp farklı tepki gösteren kişilerin sahip olduğu özellikler.”
olarak tanımlanıyor Yaratıcılık.
Kişilere yaratıcılık yeteneği veren bazı temel ve özel nitelikler var. Bu niteliklerin çoğunun aynı kişide bulunması, ona “yaratıcılık” olarak adlandırdığımız sıra dışı bir algılama ve davranış biçimi kazandırıyor. Ancak, bu “temel yaratıcılık nitelikleri”; sistemsiz, disiplinsiz, tembel bir tavırla asla bir arada bulunmuyor.
Yaratıcılık, bireyin kendini anlatmasının değişik yollarından biridir. Ve her insanda var olan bir yetenektir. Ama yaratıcı fikir, hazırlıklı ve alışkın beyinlere gelir. Bu nedenle, yaratıcılığı arttırmak için önerilen yöntemlerin en önemlisi “yenilik yapmak”tır. Hepiniz, babalarınızın ve annelerinizin tiyatrosunu tekrar etmek istemiyorsanız… Yenilik yapın!
Yenilik, daha önce yapılmamış olanı yapmaktır. Düşünülmemiş olanı düşünmek ve üretilmemiş olanı üretmek eylemidir. Yaratıcılığı arttırmak için önerilen bu yöntemin uluslararası adı: “İnovasyon”dur. Türkçe’de “Yenileşim” olarak kullanılması önerilen bu kelimeyi, önünüzdeki yıllar boyunca çok sık duyacaksınız.
Ayla ve Beklan Algan Hocalarımızın bize çok söz ettikleri, Romanya’da doğmuş Jacob Levy Moreno adlı ünlü bir psikolog var (adına bakılırsa
Yahudi kökenli olduğu söylenebilir). Onun öğretisi üzerine birkaç alıntı yaparak sözü bağlayalım:
“Psikodrama”nın yaratıcısı olan Moreno, 1934 yılında “Who Shall Survive? / Yarına Kim Kalacak?” adını verdiği bir kitap yayınladı.
Dünyada bugün bile yaygın biçimde uygulanan “psikanaliz yöntemi” için; meslektaşı Sigmond Freud’u “insanı kısıtlı bir laboratuar içine sokuyor” diye eleştiren Moreno, kitabında özetle şunu anlatıyordu:
“Biyolojik evrende doğal ayıklanma vardır. Yalnızca güçlü olan, tutunabilen, çevresine uyum sağlayabilen varlığını sürdürebilir ve yarınlara kalabilir. Uyum sağlayamayıp tutunamayanlar ise, sahneden çekilmek zorunda kalırlar. Sosyal evrende de tıpkı biyolojik evrende olduğu gibi ‘tutunabilenler’ ve ‘tutunamayanlar’ vardır. Spontane ve yaratıcı olan insanlar; gelişme, üretme, sosyal evrende tutunma ve dolayısıyla da yarına kalma şansına sahiptirler.”
Moreno’nun ünlü “Yarına Kim Kalacak?” sorusu, sosyal ve ekonomik varlıklar olan kurumlar için de sorulabilir, iletişimin bir dalı olan tiyatro sanatı için de sorulabilir… Soruya verilen değişmez yanıt şudur: “Ancak kuvvetli olanlar, çevrelerine uyum sağlayanlar ve tutunabilenler yarına kalabilmektedir.” Daha kısa bir cevap istersek: “Spontane ve Yaratıcı olanlar yarına kalmayı başarabilirler.”
Son yıllarda özel sektör şirketlerinde gündeme gelen “Toplam Kalite Yönetimi” kavramı da; belki bu “Yarına kim kalacak?” sorusuna yanıt arayışından çıkmıştır.
Yaratıcı insanın antropolojisini inceleyen Moreno, evrenin var oluşundan itibaren, hep var olan şu 4 kozmik nitelik üzerinde durur: 1: Spontanelik, 2: Yaratıcılık, 3: Eylem ve 4: Kalıcılık…
“İnsan, kozmik gerçeğin bir kopyasıdır” diyen Moreno, bu 4 niteliğe açıklamalar da getirmiştir. Aşağıdaki materyalist yorumu, bence Onu Marx’a yaklaştırıyor:
“Fiziksel evren durağan değildir. Sürekli olarak devinip değişmekte, yenilenip gelişmektedir. Başka deyişle, “evrende tükenmeyen bir yaratıcılık” vardır. Yaratıcılığın eyleme dönüşümü “spontanelik” ile mümkündür. Spontanelik: “Yeni koşullara uygun bir tepki vermek” veya “eski koşullara yeni bir tepki göstermek” olarak açıklanabilir.”
(01.04.2008)
Geleceğin tiyatrosuna doğru…
Geçen ayki “Dünya Tiyatrolar Günü” yazımızda tiyatro için söz ettiğimiz “eğlenme” kavramı, aynı bir babanın oğluna: “Sokaklarda eğlenme, eve gel çabuk!” demesi gibi… Veya bir hanımın, eşine: “Gazeteyle eğlenmeyi bırak, çayın soğuyacak!” demesindeki gibi: “Oyalanma ve hoşça vakit geçirme” anlamı yüklenmektedir.
“Doğru tiyatro” yapmak istiyorsak, işimizin anlamının “farkında olmamız” gerekiyor. İşte bu Farkındalık çerçevesinde, günümüzün tiyatrosu için şöyle bir saptamada bulunabiliriz herhalde: “Hiçbir insan, tiyatroya gidip de, evinde kendi yapabileceği şeyleri seyretmek istemez!”
Yani “kendin pişir kendin ye” konsepti tiyatroda tutmaz! Başka deyişle “ev yemekleri lokantası” yaklaşımı tiyatroda geçerli değildir. Tamam, bugün seyirci “enteraktif” tiyatro istiyor, ama kendi yapamayacağı olağanüstü olaylar yaşatmasını da bekliyor. Bunun yolu da “yaratıcılıktan” geçiyor.
Böylece, yeni tiyatro için şöyle temel bir slogana varıyoruz: “Geleceğin tiyatrosunu, Farkındalık ve Yaratılıcılık belirleyecektir!”
Eğer tiyatrocular önlem almazlarsa, ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tiyatronun geleceği yoktur! Seyircisiz kalmak, oyun metni bulamamak, parasızlık, salonsuzluk, kadrosuzluk, hafif kalacaktır. Çünkü tiyatro ne yazık ki geleceksizdir! Ben bunun farkına varılması için genç tiyatrocuların çaba sarf etmelerini istiyorum… Neyin farkına varacağız peki? Fark etmek ne demektir? Farkındalık, yaratıcılık ile nasıl buluşur? Yaratıcılık ne demektir? Ne işe yarar yaratıcılık?
Farkındalık
Türkiye’nin ünlü beyaz eşya markası Arçelik, bir ara ürün reklâmlarında “An’ı Yakala” diye bir slogan kullanıyordu… Türkiye’ye yeni gelen uluslar arası dev telefon markası Vodafone da “An’ı Yaşa” sloganıyla kampanya yapınca, (ki hala bunu kullanıyorlar) Arçelik kendi sloganından vaz geçti! Reklâmcıların “An’ı yaşamak” kavramını keşfetmeleri sadece “rastlantı” olarak açıklanamaz. Benim dikkatimi çekti, çünkü “An’ı Yaşa” veya “An’ı Yakala”: “Burada ol ve şimdiyi fark et” demektir. “Burada ve Şimdi” ise farkındalık öğretisinin temel dersidir.
Bir oyuncuya “Buranın ve şimdinin farkında ol” demek: “Kayıtlarını sil” demektir. Yani: “Harçlığın, annenin hastalığı veya sevgilinin ihaneti” gibi “negatif kayıtlar zihninden çıksın” demektir. Yoksa bütün oyunu endişe dolu bir suratla oynayacaksın demektir. Veya: “Sınıfını geçmen, babanın sana otomobil alacağı ya da aynı anda iki sevgilinin olması”nın “pozitif kayıtları da zihninden çıksın” demektir. Yoksa oyun boyunca sırıtan bir suratla sahnede dolaşacaksın demektir.
Sözü konumuza getirirsek, sahnede “var olmanın” temel kuralı budur. Ünlü “Show goes on” deyiminin; Türkçe söylersek: “Gösteri devam eder” deyişinin kökeni de budur. Oyuncu şunu kabul edecektir: “Ben… Burada ve şimdi… Ne yaptığımın farkındayım… Ağzımdan çıkanı kulağım duyuyor…” İşte farkındalık budur!
Her oyuncu, karşısındaki oyuncunun biraz sonra neler söyleyeceğini ve neler yapacağını bilir. Tabii kendisinin ne tepkiler vereceğini de bilir. Eğer oyun metninin zihnindeki kayıtlarını silemezse; diyalogu “Spontane” (yani “şimdi”) ve aksiyonu da “orada yaşanıyor” (yani “burada”) olmaktan çıkar. İnandırıcı olmaz. Sahte, sıradan, yapay, ruhsuz, hatta komik hale düşer.
Farkındalığın ne olduğunu bilmeyen oyuncuların rol aldığı her oyun, ne yazık ki seyircisiz kalmaya mahkûmdur. Çünkü sahnede “burada-şimdiyi yaşamayan oyuncuları” hiç kimse seyretmek istemez.
Farkındalık şu sloganlarla özetlenebilir:
-Eğer farkında değilsen, “uyuyorsun” demektir.
-Gözün açık bile olsa, gördüğün her şey “rüya”dır.
-Farkında olmak “uyur gezer” olmaktan kurtulmaktır.
-İçin tamamen “ışıkla dolmadan”, uyanmış sayılmazsın.
-Kimliğini bilmeden, “kendini görmeden”, uyandığını sanma.
-Farkında olmak: “Uyanık olmak” ve “rüyadan çıkmak” demektir.
-Uyanmak, dikkat etmek ve “hayata tanık olmak” için; büyük bir çabaya girmen gerekir. Farkındalık budur…
(01.03.2008)
Dünya Tiyatrocularının Günü Kutlu Olsun!
Farkındalık alanında düşünceler yansıyan köşemize ara verelim ve 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü mutluluğunu, genelde tiyatro düşüncesine ayıralım istiyorum… Tiyatronun bugünü ve geleceğine yönelik söz söylemeden önce, geçmişine kısaca bir göz atmaya ne dersiniz?
Tiyatro nasıl ortaya çıktı acaba? “İnanç, bilinçten önce vardı” desek yanlış yapmayız değil mi? Çünkü insanoğlu, ilk türdeşinden bu yana, bilemediği tüm olaylara hep inanmak zorunda kalmıştır. Aklıyla değil, yüreğiyle karar vermiştir. Bu nedenle bence tiyatronun doğuşunu “inanca öncelik vererek” araştırmak gerekiyor…
Din diyor ki: İnsanın erkeğini Allah çamurdan yaratıp adına “Âdem” demiştir. (Arapça kökenli bu kelime, “şapkalı A” ile yazıldığı zaman “ilk insan”ı ifade ediyor… “Şapkasız A” yazıp uzatmasız okuduğunuzda “ölü” anlamına geliyor. “Adem-i Merkeziyet” dediğiniz zaman ise “merkezi yönetim” demek oluyor…)
Ve din yorumlamaya devam ediyor: Kadın, “Havva”dır ve Âdem’in kendi kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Erkeğin kaburga kemiğinin kadına göre 1 eksik olması bu yüzdendir. (Tıp biliminin öğrencisi doktor adayları, üzerinde uygulama yaptıkları kadavralara “Âdem” ve “Havva” demeyi uygun görürler?)
Din yorumlamaya devam ediyor: Âdem ile Havva, cennette yaşıyorlarken; Yasak ağacın meyvesini yedikleri için cezalandırıldılar. Yasak ağaç “Hayat Ağacı” adıyla da anılır, meyvesi ise “Elma”dır... Onları elmayı veren Şeytan, yılan kılığında yapmıştır günaha sokma işini. (Aslında tüm bu semboller; erkek ile kadının cennetten kovulma nedeninin “sevişme” olduğunu sansürlemek için bulunmuş bir yöntem değil midir?) Ceza olarak dünyaya gönderilen Âdem ile Havva, insanoğlu soyunu başlatırlar…
Bilim diyor ki: Sudaki tek hücreli canlılar, dalgalarla karaya atılınca; önceleri sürünerek yaşamaya başladılar. Sonra diz üstü 4 ayakla emekleme dönemine geçtiler. Sonra yüksek dallardan meyve almak için 2 ayak üzerine doğruldular. Ve böyle bir evrim süreci sonunda, en son tür olan maymun insana dönüştü...
Ünlü İngiliz Doğabilimci Charles Darwin: “İnsan, elini kullanan hayvan-dır” der. Darwin’in, üç büyük semavi dinin “yaratılış” inancına karşı öne sürdüğü “Evrim Teorisi” bugün sadece İslam’da değil, bütün semavi dinler tarafından reddedilmektedir…
İnsanın “oluşumu” veya “yaradılışı”, her ne biçimde kabul edilirse edilsin; bizim araştırdığımız şey: “İnsanın tiyatroyu nasıl bulduğu?” konusudur.
Sorumuzun yanıtını almak amacıyla: İnsanoğlunun, karnını doyurmak için, “toplayıcılıktan avcılığa” geçmesini beklememiz gerekiyor. Sonra “ateşi bulmalarını” da bekleyeceğiz. Antropolojinin açtığı yolda, biz de ilk tiyatro olayının kesinlikle “gece” ortaya çıktığına inanıyoruz. Çünkü insanoğlunun bütün gündüzleri, yiyecek bulma mücadelesiyle dolu geçi-yordu…
Antropologlar şöyle “tahmin” ediyorlar: İlk kabilelerden birinin üyeleri, her gece yaptıkları gibi, mağarada yaktıkları dev ateşin etrafına toplan-mış, kızaran av etini yiyorlardı. O gün avlanan hayvan, öncekilerden daha büyük olmalıydı, çünkü herkese daha fazla parça düştü… Sevinç içindeydiler, avcıyı çığlıklarla kutladılar. Avcı da dayanamayıp, hayvanı nasıl vurduğunu anlattı. Anlamamış yüzlerle bakanlar olduğu için, kalkıp gösterdi. Hatta daha iyi anlaşılması için; kabileden bir başka erkeğin “avladığı hayvan gibi” durmasını istedi… Böylece, adına “tiyatro” denen bu büyülü eylem, binlerce yıl önce bir gece, mağaradaki ateşin çevre-sinde doğmuş oluyordu…
Mağaranın zifiri karanlığını, postlar içindeki kıllı ilk insanları, harıl harıl yanan ateşi, yayılan yanık et kokusunu ve kaya duvarlarda uzayan göl-geleri düşünün! Kesinlikle çok, ama çok etkileyici olmalı... Bu olayın altını çizmemin nedeni, bize günümüz tiyatrosunu etkileyecek bir saptama yapmamızı işaret veriyor olmasıdır. O da şudur: Mağaradaki dev ateşin çevresinde gerçekleşen o ilk tiyatro oyunu; herhalde “avın avcıyı yemesi” ile bitmiyordu. Yani, ilk insanlar herhalde, “hayvanın insanı öldürdüğünü” anlatmadılar…
Antropolojinin yansıttığı bu bilinç ışığında, şuna inanmalıyız: TİYATRO, İNSANA UMUT VERMELİDİR! İNSANI; ERTESİ GÜN YAPACAĞI
YİYECEK PEŞİNDE KOŞMA MÜCADELESİNE HAZIRLAYAN
BİR OYUNDUR TİYATRO…
Geçmişte olduğu gibi bugün de, hiçbir insan “bu gece biraz eğitileyim” diye tiyatroya gitmez. Ancak bu yargıyı, “tiyatro sadece güldürmelidir” biçiminde de algılamayalım… Tiyatro, “umut taşıması gereken bir oyun-dur” ama sadece güldürmeye yönelik bir oyun değildir. Tiyatro: Güldüre-rek, kızdırarak, âşık ederek, korkutarak, düşündürerek, ağlatarak; insan-ları eğlendiren ve ekmeği için yeni bir çalışma gününe hazırlayan oyun-dur…
Sözün burasında Bertold Brecht ustayı anmadan olmaz… “SANATIN TEK AMACI OLDUĞUNU” söylüyor ve: “SANATIN AMACI, SANAT-LARIN EN ULUSUNA, ‘YAŞAMA SANATINA’ HİZMET ETMEKTİR...” Diyor…
(01.02.2008)
İnsanın, kendisindeki sanatı sevmesi…
Sanatla uğraştığını sanan pek çok insanın, “ben neymişim be abi?” diye kendini dev aynasında sandığı günümüzde; şu muhteşem yönlendirmeyi, unutup kaybetmeyeceğimiz bir yerlere yazalım lütfen… Dünyaca ünlü büyük Sovyet tiyatro adamı Konstantin Stanislavsky (Bizim Muhsin Ertuğrul Hocamızın çağdaşı) şunları söylüyor: “Sanatta kendinizi değil, kendinizde sanatı sevin…”
Bence “insanın kendisine sanatçı diyebilmesi için, ne yaptığının farkında olması gerektiği amacıyla” söylenmiş bir değerlendirmedir bu… Öyleyse, biz de geçen ay başladığımız “Kozmos farkındalığı”mıza devam edelim diyorum…
Biliyorsunuz, dünya, güneşin çevresini 365 günde dolaşıyor… Dünya güneşi dolaşırken, ay da dünyanın etrafında dönüyor… Ayın, dünya çevresini dolaşması 21 günde tamamlanıyor… Bu 21 günlük süreç,
eski kavimlerin takvimlerini belirlemiştir. Günümüzde hala ay takvimi kullanan kavimler var. Mesela, bizim atalarımız, Orta Asya’da, Altay dağlarındaki Türk boyları, bugün bile ay takvimine göre yaşıyorlar…
Onlar Şaman’dırlar, yani güneşe taparlar. Bu dinin adı “Şamanizm”dir. Takvimini güneşe göre düzenlemeyi çok sonra düşünmüş insanoğlu…
Dönelim Big Bang kavramına… Yazımızın bundan sonrasını fısıltıyla konuştuğumu farz ediniz… Çünkü gökyüzünde gürültü yoktur. Gürültü patırtı, hava kirliliği, savaş, hepsi yeryüzünde… Gökyüzünde yer çekimi bile yok! Çıt çıkmıyor ve bütün hareketler yavaş çekimde seyrediyor. Sadece sonsuz bir sessizlik ve ıssızlık duygusu var…
Big Bang ile saçılan gezegenler, uzayda ileri doğru gitmeye devam ediyorlar. Bu bir sistemdir. Bizim yeryüzümüzün de içinde olduğu bu sistemin adına “Güneş Sistemi” demişler. Biliyorsunuz bilim adamları, evrende başka sistemlerin de bulunduğunu söylüyorlar.
Kaç sistem olduğu henüz bilinemiyor, ama gökyüzündeki o muazzam hareketlerde, müthiş bir ahenk var… Gezegenler, birbirlerinin etrafında düzenli bir dengeyle hareket ediyorlar. Dünya, güneşe bir milim yaklaşsa
sıcaktan kavruluruz… Ay, dünyaya bir santimetre yaklaşsa, yer çekimine kapılıp yere çakılır… Ama olmuyor! Müthiş bir düzen ve denge kurulmuş!
Biz bu düzenli dengenin bilimsel adına “yörünge” demişiz. Çok güzel bir Türkçe sözcük… Yani dünyanın, güneşin çevresinde 365 gün süren elips biçimindeki dönüşü bir yörüngedir. Aydede’nin de, dünya çevresinde 21 günlük bir yörüngesi vardır…
Yörünge kelimesinin Arapça’sı “Felek”tir ve bu kelime dilimizde birçok deyimde yer alır. Mesela, biliyorsunuz; görmüş geçirmiş, çeşitli badireler atlatmış insanlar için “Feleğin çemberinden geçmiş” derler. Yaşadıkları hayattan hoşnut olmayanlar da: “Ahh felek aah, kimine kavun yedirirsin kimine kelek” diye sitem ederler…
Gökyüzünde bir yörünge olayı olduğunu ve böyle kendine göre yörüngesi olan 12 gezegen bulunduğunu; dünyada ilk kez Sümerler keşfetmişler…
Yani şu Mars, Venüs, Jüpiter, Plüton, vs… Bu Sümerler, çok önemli bir keşif daha yapmışlar. Demişler ki: “Güneş çevresinde 3660 yıllık yörünge çizdiği için pek bilinmeyen 13’üncü bir gezegen daha vardır… Biz onun adına ‘Nibiru’ diyoruz…”
Bu “Yörünge/Felek” kavramı içerisindeki “Nibiru” konusu, geçtiğimiz yıl Türkiye’de aylarca tartışılmıştı… Hatırlarsanız: Yörüngesini 3660 yılda tamamlayan “Marduk” adlı bir gezegen varmış. Mayaların Marduk adıyla andığı o gezegen, Sümer kil tabletlerindeki Nibiru’dan başkası değilmiş. Maya takvimine göre, Marduk, 2012 yılında yörüngesi kesiştiği dünyaya teğet geçecek ve doğal felaketlere sebep olacakmış…
Hayır, bunları korkalım diye söylemiyorum. O uçsuz bucaksız evrendeki muazzam denge ve düzene dikkat çekmek istiyorum, o kadar… Belki de evrende yalnız değilizdir diye düşünüyorum… Ve şu Sümerleri araştırıp okumanızı diliyorum. Çünkü çok müthişler! Üç büyük semavi dinin kutsal kitaplarında yazılı pek çok efsane, destan, tarihi olay; Sümerlerin dört bin yıllık çivi yazılı kil tabletlerden geliyor… Mesela “Nuh Tufanı”… Mesela “Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban ederken, gökten koç indirilişi”…
(01.01.2008)
Merhaba!
Sizlerle her ayın birinde, bu köşeden bir konu paylaşmaya çalışacağım.
Paylaşıma açacağımız konuların hangi platformda olacaklarını kısaca açıklamak istersem, şöyle ifade edebilirim:
Çocukken, hayata hazırlanırken, annemiz ya da babamız, her birimize: “Sen ne yaptığının farkında değilsin oğlum…” veya “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu kızım?” demiştir mutlaka…
İşte bu köşe, halk dilindeki bu güzel yönlendirmelerin tiyatroya (sadece tiyatroya değil, bütün sanatlara) nasıl yansıması gerektiğine cevaplar bulmaya çalışan bir köşe olacaktır…
Evet, hep beraber tekrarlarsak, tiyatrocu olmak için temel koşul şudur:
Ben ne yaptığımın farkındayım. Ağzımdan çıkanı kulağım duyuyor!
Ben, farkında olmayı dört başlık altında ele almanın yararına inanıyorum.
Birinci başlık: “Evrensel Farkındalık” olmalıdır. İkinci başlık: “Küresel Farkındalık”. Üçüncüsü: “Toplumsal Farkındalık”. Ve dördüncüsü ise: “Bireysel farkındalık”…
“Evrensel Farkındalık” konusunu deşmeye başlıyoruz bugün. Kaç yazıyla bitirebileceğimizi bugünden kestiremiyorum. Arada bir, sizlerin sorularıyla parantezler de açabiliriz diye düşünüyorum. Ama, “Evrensel? Küresel? Toplumsal? Bireysel” çizgimizi bozmayacağız…
Yer küremizin nasıl meydana geldiğini, bize şöyle öğretmişlerdi: “Dünya güneşten kopmuş bir lav parçasıdır. Kendi çevresinde dönerken, giderek soğumuştur…” Hâlbuki yeni kuşaklar, dünyanın oluşumunu şuna benzer cümlelerle okuyorlar kitaplarında: “Dünyamız, Big Bang (Büyük Patlama) sonrası uzayda başıboş sürüklenmekte olan gaz ve lav parçacıklarının, merkez-kaç enerjisiyle sıkışması sonucu oluşmuştur…”
Bir grup bilim adamı, şehir, köy ve doğal yaşam alanının dışında; tam sessizlik olan bir dağ tepesine güçlü ses alıcıları yerleştirmişler. Hayvan sesi bile olamayan bu çevrede bütün bir gece kayıt yapmışlar… Ertesi
gün banttan dinledikleri ses, sadece boşlukta giden dev bir kütlenin hışırtısına benziyormuş. Sonra bu deneyimlerini şöyle bir cümle ile yorumlamışlar: “Dünya sadece dönmüyor. Bir de ileriye doğru gidiş hareketi var…” Bu yorum, tekerlekli iskemlede yaşayan ünlü fizikçi Stephan Hawkings önderliğindeki bilim adamlarının dünyanın yaratılışıyla ilgili “Big Bang” teorisini doğruluyor… Evrende milyonlarca yıl önce gerçekleşen Büyük Patlama’da evrenin boşluğuna saçılan gök cisimleri; ileriye gidişlerini günümüzde de sürdürmektedirler. Bizim dünyamız da bunlardan biridir.
İnsan düşününce ürperiyor… Uzayın boşluğunda, o uçsuz bucaksız evrende, yerküre adını verdiğimiz küçücük bir yuvarlak üstünde, nokta kadar yer kaplıyoruz… Adına “evren” denen, veya “kâinat” denen veya “kozmos” denen o muazzam ıssızlıkta, insanoğlu yapayalnızdır aslında…
Big Bang’den sonraki büyük saçılmanın bugün de devam ettiği gerçeği; tabii ki felsefeye de yansımıştır. Düşünürler şöyle yorumlamışlar: “Büyük patlama ile başlayan saçılma, giderek her şeyin dağılmasına neden oluyor… Dev imparatorluklar, küçük ulus devletlere dönüşüyorlar… Kabileler, aile gruplarına iniyorlar… Günümüzün çekirdek ailesinde bile artık bireysel yalnızlıklar yaşanıyor…”
Çağımızda, bireyin yalnızlaşmasının o kadar çok örneği var ki… Mesela şu herkesin kulağındaki müzik aleti: mp3… Yeni kuşaklar bu cihazları olmadan yaşayamıyorlar artık. İçine beş yüz şarkı, bin şarkı indiriyorlar. Plak koy-kaldır, kaset tak-çek, CD yerleştir-çıkar derdi olmadan; müziği saatlerce dinleyebiliyorlar… Ve kimseyle paylaşmıyorlar! Yalnızlar! Bir başlarına kalıyorlar. Tercihleri bu…
Bizler, yeni bilimsel teorilere göre… Evrenin ve dünyamızın oluşumunun yeniden belirlendiği ileriye doğru gidişte… Bireyselliğe ve yalnızlığa itilen çağdaşımız insanlara tiyatro yoluyla ulaşmayı seçiyoruz… Peki biz, deli miyiz ki binlerce yıl önce doğmuş bir sanatla ilgileniyoruz… Hayır! Deli değiliz… Yalnızlığa itilen insanoğlunun şimdi tiyatroya daha çok ihtiyacı var…