25 Ağustos 2010 Çarşamba

Ümit Denizer Dergi Yazıları

(Eylül 2010 / TİYATRO TİYATRO Dergisi)

GENÇ TİYATROCULAR

Giriş
Biz Tiyatro Tiyatro Dergisini; şimdikine göre daha küçük A4 boyutunda, tek forma, 3. hamur kâğıda basıldığı ilk sayılarından beri tanıyoruz. Kimi zaman haber olduk, kimi zaman övgüler aldık, kimi zaman yorumlar yaz-dık. Hatta bir sayısında yazımızın sayfa tasarımını yapmamıza bile izin verildi. Şu anda okuduğunuz için teşekkür ettiğimiz bu yazıya, Tiyatro Tiyatro’nun Haziran ayında yayınlanan 214. sayısındaki, Çağlar Yiğit-oğulları söyleşisinin ilham verdiğini söylemek isteriz. Rengin Arslan’ın açıcı sorularıyla ortaya çıkan, “biz, orta kuşak tiyatrocular için” ders nite-liği taşıyan müthiş saptamaları vardı. Genç tiyatrocuların da dikkatini çekmesini dilediğimiz bu önemli ayrıntıların altını, kalın fosforlu kalemle çizmek istiyoruz.
(Düşüncelerimizin termal merkezine geçmeden önce, sözün başında takındığımız çoğul tavrın nedeni hakkında; genç meslektaşlarımız için kısa bir açıklama yapmayı uygun buluyoruz.)
Biz
Bilenler bağışlasınlar, ancak bilmeyenlere not düşmeliyiz ki; “biz” dediği-miz, AÇOK kısa adıyla anılan çocuk ve gençlik tiyatrosudur. Uzun adı “Anadolu Çocuk Oyunları Kolu”dur. Çocuk ve gençlik oyunları hazırlamak için bir araya gelmişlerdir, ama yetişkin seyircilere de seslenmeden dura-mamışlardır. Muhsin Ertuğrul ve Haldun Taner’in yönlendirmeleriyle, 1973 yılında hayata geçen AÇOK’un (hem fizik anlamda hem metafizik anlamda) hiç boş oyunu olmamıştır. Önemli ödüllerle onurlandırılmış, kuruluşunun ikinci yılından başlayarak; her yıl Avrupa’daki festivallere ve turnelere davet edilmiştir. Sıfırdan var ettikleri çocuk oyunlarında, asla “tavşan kardeş, aslan kral” kolayına kaçmamışlardır. “Her çocuğu, aile-den iki yetişkinin tiyatroya getirme geleneği” nedeniyle; çocuğun tarafını tutarak, ebeveynlere de yardım etmeyi ilke edinmişlerdir. Türk Tiyatrosu Tarihine, on iki çocuk oyunuyla birlikte; iki gençlik oyunu ve iki yetişkin oyunu armağan etmişlerdir. (Yetişkin oyunlarından “Ferhad İle Şirin”, İsmet Küntay Ödülüne; “Perdeci” ise, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülüne layık görülmüştür.)
Muhsin Hocalarının 100’üncü doğum yıldönümü anısına, Onun tiyatroya adanmış ömrünü anlattıkları “Perdeci” oyunlarını; seyir halindeki bir Boğaziçi vapurunun içinde ve Boğaziçi iskelelerinde yaz oyunu başlığıyla
sadece dört kez sergilemişlerdir. Vapur seferlerini sezon boyunca tekrar-layabilmek amacıyla; Kültür Bakanlığının Özel Tiyatrolara Yardım Bütçe-sine başvurmuşlar, ama Seçici Kuruldan: “Biz yeni projelere destek veri-yoruz. Sizin bu projeniz gösterilmiş.” cevabını alınca, kırgınlar limanına demirlemişlerdir…

Geçiş
AÇOK’un kurucuları (Turgut ve Ümit Denizer), “Perdeci” vapurunun de-mir atmasından yıllar sonra; sahne, kulis ve sokak omuzdaşları Orhan Alkaya’nın, Genel Sanat Yönetmenliğinin ilerici projelerinden biri olarak kurulan “Şehir Tiyatroları Çocuk Birimi” bünyesinde göreve davet edil-mişlerdi. TV dizisi kültürünün son yıllarda alışkanlık kazandırdığı biçimde yapılan seçmelerle; eğitimli 20 genç tiyatrocuyla çalışmalara başlamış-lardı. Sahneye konulan oyunlar birbiri ardına seyirci karşısına çıkmış ve beğenilmiş; ama Orhan Alkaya, gösterilerden sonra: “Çocuk Birimi oyun-cularımızın gözünde, niçin AÇOK oyuncularının ışığını göremiyorum?” kederlenmesini yansıtmıştı. İşte, Çağlar Yiğitoğulları’nın, kendi kuşağı için yaptığı hüzünlü değerlendirme de böyle yankı yaptı bizde. Öyleyse şimdi Onu bir kere daha dinleyelim…

ÇAĞLAR YİĞİTOĞULLARI:
“… Genç bir insan olarak kendimi rezalet hissediyorum. O anlamda ele alalım. Çok korku duyuyorum, çok mutsuzum ve her şeyin boşu-na olduğunu düşünüyorum. Bu kuşağa ait bir insan olarak, neden böyle bir kuşağa ait olduğumu, neden bu dönem dünyaya geldiğimi sürekli olarak sorguluyorum. Her şeyin bir geçiş döneminde olduğu, her şeyin ‘bu da geçecek’ diye algılandığı bir dünyada yaşamak zor. Sonuçta o kadar çok etiketimiz var ki, darbe kuşağı, silik kuşak, me-lez kuşak… Ama bütün yokluk, umutsuzluk ve kötümserlik içerisin-de kendim gibi insanların büyük bir dinamizmi ve öfkeyi de içinde taşıdığını görüyorum…”
“…Olumsuzluğun olumlu duruma çevrilmesi diyorum ben buna. Bize yıllardır hiçbir şey söyletmeyen, ensemize vurup susturan durum, bir yapı oluşturdu bizde ve artık biz de başka bir yerden, başka bir tondan konuşmaya başladık. Tırnağımızla dişimizle kazıyarak bir şey yapmamız söz konusu…”
“… Aslında ben başka bir tiyatroya âşık oldum, hayal ettiğim şey bu değildi. Ama değişen tiyatro değil hayatın ta kendisi… Örneğin biz başladığımızda tiyatrocu televizyonda göründüğü zaman yüzünün
eskidiğini bilirdi, bundan kaçınırdı. Şimdi hayat o kadar tersine döndü ki, seyirci de televizyonda gördüğü adamın oyununu izlemeye gidiyor. Diziden tanınan oyuncu tiyatroda gişe yapar duruma geldi…”

Söz bağlama
Değerli genç tiyatrocu Çağlar Yiğitoğulları’na teşekkür borçluyuz! Bizim de kulağımıza küpe oluyor bu hüzünlü enerji… Çocuk Birimi’ne seçtiği-miz (evet, asla hiçbir torpil yapılmadan; ritim duygularına bakarak, müzik kulaklarını deneyerek, oyun metni yorumlamalarını görerek bizim seçtiği-miz  -yanlış anlaşılmasın, bu defa “bizim” dediğimiz: Orhan Alkaya, Aslı İçözü, Macit Koper, Bora Ayanoğlu, Turgut Denizer ve Ümit Denizer- tarafından seçilen) “eğitimli” bütün genç oyunculara hoşgörüyle bakıyo-ruz şimdi: “Portel” nedir öğrenmeyeni… Sahnedeki işi biter bitmez çay içip sohbet etmeye gideni… “Diyagonal durmayı” bilmeyeni… Provanın başlamasından yarım saat sonra geleni… Oyuna beş kala soyunma odasına gireni… Sadece repliğini değil, antresini de kaçıranı… Sadece şaka için değil, arkadaşını zorda bırakmak için aksesuar saklayanı… Dizi çekimi için provadan izin isteyeni… “Ben hayatım boyunca çocuk oyu-nunda oynamak istemiyorum” diyeni… Oyun metnini kulisteki bir akse-suarın içinde, çay ocağında veya salondaki bir koltuğun kolunda bırakıp gideni… Hoşgörüyoruz…

(Güz 2010 / TEB Oyun Dergisi)

KİMİN SURATINA SURATINA?

Giriş
“Tiyatro Tiyatro” Dergisinin Temmuz 2010 sayısı, TiyatroDot’un sergile-mekte olduğu sıra dışı oyunlarla ilgili övgülerle doluydu. Derginin yazar-larından Robert Schild, İngiltere’den uç vermiş “In-Yer-Face” adındaki
bu tiyatro akımının Türkçesini “Suratına Suratına” olarak önerenleri kutluyordu…
Bu güzel derginin Ağustos sayısındaki A. Deniz Bozer imzalı eleştiride de, -TiyatroDot’un yapımı olduğu zannedilen ama Ankaralı bir başka tiyatro tarafından sahnelediği anlaşılan- aynı akımdan bir başka İngiliz yazarın oyunu değerlendiriliyor ve “In-Yer-Face” deyiminin Türkçesi olarak “Yüzevurumcu Tiyatro” tanımlaması kutlanıyordu…
İşte şimdi okumakta olduğunuz bu yazı da, son günlerde çok övülen bu güzel kavram üzerine doğup geldi…
Amacım, kesinlikle TiyatroDot eleştirisi yapmak değildir. Asla ve asla Değerli Yönetmen Murat Daltaban’ı eleştirmek değildir. Ve oyunları canla-başla omuzlayan, adlarını burada sayamadığım genç oyuncuları eleştirmeyi de hiçbir şekilde hedeflemiyor.
Peki, öyleyse ne?

Sunuş
Bu yazı, kırk yıldır üretim içinde olan bir tiyatro üreticisinin düşünceleridir. Yazan, yöneten ve oynayan bir tiyatro emekçisinin düşünceleridir. Oyun-ları ödüllerle karşılanmış bir tiyatro yazarının düşünceleridir. Tiyatro sorunları üzerine yazdığı makaleleri; gazetelerde, tiyatro ve genel sanat dergilerinde yayınlanan bir tiyatro düşünürünün düşünceleridir. Birçok ilkokul, lise, üniversite ve özel eğitim kurumlarında; tiyatro birikimini genç kuşaklarla paylaşan bir tiyatro kalfasının düşünceleridir. Hiçbir şekilde, okura aynı şeyleri düşünme baskısı yapmaya çalışmamakta, sadece birlikte düşünmeye davet etmektedir, o kadar…
Düşünceler
*“In-Yer-Face” = “Suratına Suratına”… Kimin suratına suratına?
*“In-Yer-Face” = “Yüze Vurumcu Tiyatro”… Kimin yüzüne vurumcu tiyatro?
*Bu akımın temsilcileri, kendi ülkelerinde hangi seyirciye gösteriyorlar oyunlarını acaba?
*Herhalde kraliyet ailesinin suratına suratına oynuyorlardır… Kraliçenin yüzünevurumcu!
*Ya da 007’sini tüm ülkelerin tanıdığı dünyanın en güçlü istihbarat örgütü M16’nın etkili mensuplarının suratına suratına oynuyorlardır…
*Veya Birleşik Krallık Parlamentosu milletvekillerinin ya da Lordlar Kamarası üyelerinin yüzünevurumcu oynuyorlardır…
*Eğer böyleyse, helal olsun!
*Bizdeki seyirci kim peki? Osmanlı İmparatorluğunun Aristokrat artıkları mı? Ama onlar, tiyatroyu “süfli” bir sanat olarak saymazlar mı? Hiçbir zaman tiyatrocu olmadıkları gibi, Onların tiyatro seyircisi de olmadıkları bilinmez mi?
*“Suratına Suratına” akımının Türkiye’deki seyircileri Cumhuriyet burjuva-ları mı yoksa? Onlardan da tiyatrocu çıkmadığı gibi, tiyatro seyircisinin de çıkmadığı görülmedi mi?
*“Yüze Vurumcu Tiyatro” akımının ülkemizdeki seyircileri proleterler midir acaba? Onların da tiyatrocu olmaya veya tiyatro seyretmeye vakitleri, paraları ve moralleri mi vardır?
*Türkiye’de, bu akımın seyircisi olarak kim kalıyor geriye? Küçük Burju-valar değil mi? Yani Onlar; kendisini “Merkez Sağcı” olarak tanımlayan ünlü siyasetçimizin çok güzel ifade ettiği gibi “Ortadirek” mensupları değiller mi?
*Dünyada da Türkiye’de de; bilinçle tiyatrocu olmayı seçenler… Tiyatro sever seyirciler olarak tiyatro salonlarını dolduranlar, Küçük Burjuvalar değil mi? Vergileri peşin olarak ücretlerinden kesilenler, ekonomik krizlerin aşılması için alışveriş yapsınlar diye gözlerinin içine bakılanlar Onlar değil mi? “En büyük asker bizim asker” türküleriyle oğullarını askere göndermek için sıra bekleyenler Onlar değil mi? Neden Onların suratına suratına oynanıyor bu oyunlar peki?
*Dünyadaki ve Türkiye’deki sorunların sorumluları Küçük Burjuvalar mıdır? Deli Dana Virüsünün, Kuş Gribinin, Domuz Gribinin sorumluları Onlar mıdır?
*Wietnam savaşının, Afganistan savaşının, Irak savaşının sorumluları, Pakistan-Hindistan-Somali-Darfur sefaletinin sorumluları Onlar mıdır?
*Bu küçük burjuva seyirciler, ortadirekler, küçücük salonlarda köşeye sıkıştırıldıkları bu oyunlardan: “İnsanlık ölmüş, yapacak bir şey yok!” duygusuyla çıkmıyorlar mı?
*Tiyatronun görevi bu mudur? Genelde sanatın görevi bu mudur?
*Sanat, sanat için midir? Yani, amaç mıdır, araç mıdır sanat?
*Ülkesinde yasaklanmış bir oyunu oynayabilmek marifet midir? Bu bizim cesaretimizi mi gösterir acaba? Sansürcü değil de demokrat olduğumu-zun mu göstergesidir, yoksa satranç oynamayı bilmediğimizin mi?
(Bu düşünce akışı, şimdi bambaşka bir ayrıntıyı getiriyor aklıma: Pink Floyd’u… Yıllar önce, ilk gençlik günlerimde, “hit”lerimden biriydi. Çağın teknolojik ürünü MP3 çalarımda hâlâ şarkılarını dinliyorum… Ünlü albüm-lerinden “The Wall” kendi ülkelerinde yasaklanmıştı. Nedeni “Hey! Teacher! Leave Us Kids Alone” diye haykıran çocuklardı. Oysa albüm bizde yasaklanmaya gerek görülmeden elde ele dolaşıyordu… Yasaklan-maması, sadece şarkı sözlerinin anlaşılmamasından kaynaklanmıyordu. Şarkıda “suratına suratına” haykırılan öğretmenler, bizim öğretmenleri-miz değillerdi ki…)
*Bizler “Belge tiyatrosu” ile “Belgesel Tiyatro”yu birbirine karıştırdığımız gibi, televizyon haber programı ile tiyatroyu da mı karıştırıyoruz acaba? Gazete makalesiyle, tiyatroyu aynı mı görüyoruz?
Bana inanmadınız mı?
Öyleyse gelin, bir tanık arayalım… Polonya’nın küçük bir kasabasında, 1959 yılında henüz 26 yaşındayken “13 Sıralı Tiyatro” adlı bir tiyatro kuran… Sonra 1962 yılında adını “Tiyatro Laboratuarı” olarak değiştirdiği ekibiyle dünyanın en önemli tiyatro hareketlerinden birini başlatan… “20. Yüzyılın en büyük tiyatro olaylarından” olduğu kabul edilen “Apocalypsis Cum Figurus” adlı oyunuyla, 1970’de gittiği NewYork turnesi dönüşünde, henüz 11. yılını kutlayan tiyatrosunu kapatan… “Tiyatro ötesi döneme
geçtiğini” ilan ettikten sonra, 1999 yılında aramızdan ayrılan büyük tiyatrocu Jerzy Grotowski, seyirciyle ilişkiler konusunda nasıl bir özeleştiri yapıyor bakalım mı?
“Yıllarca önce seyircinin dolaysız katılımını sağlamayı denedik. Şimdi diğer grupların yaptığı gibi bunu ne pahasına olursa olsun
ele geçirmeyi istedik. Seyircileri, bizimle birlikte ‘oynamaya’, bizim aramızda ortaya çıkmaya, bizimle birlikte şarkı söylemeye, bizim telkin ettiğimiz hareket ve jestleri yapmaya zorladık… Şimdi bu tür davranışları reddettiğimiz bir noktaya geldik, çünkü baskı uyguladı-ğımız aşikâr ortadaydı. Zavallı bir tiranlık kuruyorduk… Her şey bir yana, bizi seyretmeye gelen insanları, yanlış bir konuma koyuyor-duk… Bu bizim sadakatsizliğimizdi: Onlar hazır olmadığı halde, biz bu türden bir karşılaşma içi hazırlık yapıyorduk. Öyle yapıyorduk çünkü öyle yapmak istiyorduk; öyle yapıyorlardı çünkü biz Onları öyle yapmaya zorluyorduk. Ve sonunda kendimize şöyle diyorduk: Hayır, seyirciler basitçe oldukları gibi kalmalılar, yani tanık olarak, insani bir edimin tanıkları olarak…
O zamandan beri -hatırladığım kadarıyla- artık yalnız değiliz, bütün sorun yeniden gerçeklik kazanıyor. Bugün karşılaşma için hazırlıklı olan ve oyuncu adı verilenlerle, ilk kez gelenlerin özdeşleştirilmesi-nin hedeflenemeyeceğini fark etmiş bulunuyorum; yani bu gelenler-den hiçbiri bir şey yapmaya zorlanmamalıdırlar… Ama buluşmayı öyle bir şekilde hazırlayabiliriz ki; bu buluşma içinde, buraya gelmiş olanların aktif ya da pasif reaksiyonları için bir yer bulunsun. Eğer birileri aktif reaksiyon göstermek ihtiyacını duyuyorsa bırakalım, böyle yapma şansına hazırlanmış olanı tahrip etmeksizin sahip olsun; reaksiyon göstermek isteyen birisinin belli bir anda kendi kendine şöyle demesine izin verelim: ‘Şu anda bana bir şans veril-miş bulunuyor, şu anda tahrip etmeksizin olaya katılabilirim!’…”
Bu metin, Grotowski’nin 1970–1972 yılları arasında yaptığı çeşitli konuş-malardan derlenmiş ve Boleslaw Taborshi tarafından İngilizceye çevril-miştir. Metinden buraya aldığımız bölüm; Wroclaw’daki Öğrenci Kulübü “Palacyk”te düzenlenen Uluslararası 3. Öğrenci Tiyatroları Festivalinde 23 Ekim 1971 günü gerçekleşen söyleşide, Grotowski’nin dinleyicilerin 6’ıncı sorusuna verdiği yanıtın bir bölümüdür.
Metnin tamamını İngilizce okumak isteyenler The Drama Review dergisi-nin Haziran 1973 tarihli sayısında (vol.17, No.2) “Holiday” başlığı altına bakabilirler. Metni Türkçe okumak isteyenler ise, A. Cüneyt Yalaz tarafından yapılan çevirinin yer aldığı harika bir emek ürünü “Mimesis” dergisinin 1994’de yayınlanan 5’inci sayısının 121’inci sayfasına bakabilirler.
Bir tanık daha…
İsterseniz bir de, Grotowski’nin çırağı olarak işe başladıktan sonra, kur-duğu “Odin Tiyatrosu” ve “International School of Theatre Antroplogie” ile dünyanın dikkatini çekmiş olan Eugenio Barba’ya kulak verelim. Ben Hagested’in yaptığı söyleşide, seyirci konusunda neler söylüyor dinleyelim:
“…Çok zaman kendi maskelerimizi indirmekten kaçınmak için, genel kabul gören bir mazeret olan ‘insanların maskelerini indir-meye’ dair katlanılmaz hiçbir isteğe sahip değiliz. Bu hakikat edimine tanıklık ederken, bırakın başkaları kendi yararlarına onu taklit etmekte -ya da reddetmekte- özgür olsunlar. Eğer ‘kışkırtıcı’ dediğiniz buysa, sözcüğün alışılmış anlamından çok farklı bir anlamı vardır. Burjuva toplumunun maskesini düşürmek düşünce-siyle hareket ederek prodüksiyon yaratamayız. Birincisi, kim bizim bu toplumun hatalarından bağımsız saf melekler olduğumuzu söy-leyebilir ki? Belki de o yalnızca bizim aynamızdır. Hatta yalnızca televizyon seyretmeyi veya Pazar gezintisine çıkmayı düşleyenleri suçlamaya daha az eğilimliyiz. Bizim ilgilendiğimiz şey, böyle bir toplumun üyesi olarak kendi maskelerimizi indirmektir. Kendi içimizde hem naif hem de delice arzular ve düşler keşfederiz. Kim-senin bir başkasını incitmediği… Adaletin bir kural değil, ikinci bir doğa olduğu… İnsanların açlıktan ölmeyip, onurlu bir ömür sürdü-ğü… Bir dünyada yaşamak isterdik… Bu nostaljik düşler, bu ütopik arzular, bize sağduyu ve pragmatizm aşılayan, bizi bilimsel ussallı-ğın ve sahte-bilimsel usdışlılığın; bir nefret, adaletsizlik ve vahşet atmosferi içinde hüküm sürdüğü bir topluma ve çağa uymaya zorlayan deneyimimize karşı darbeler vurmayı sürdürüyor.
Eğer ütopik duygularımızın yoldan çıkıp gerçeğe karışmasına izin verirsek, yalnızca düzensizliğe ve sefalete katkıda bulunuruz. Topluma uyum gösteremeyenler ya da psikopatlar olarak hemen tımarhaneye kapatılırız. Öyleyse derin haykırışımızı, ütopik coşku-larımızın oluşturduğu birliği alıp gösterilerimizde ön plana taşırız, ama her zaman suskun bir cesaret yoksunluğu ve günlük toplumsal tutumla sıkı bir dengeyle yaparız bunu. Burada eleştirel bir konum-lanış, cesaret yoksunluğumuzun ve bizi kendimizi değiştirmekten, böylece içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmekten alıkoyan felcin eleştirisini görmekte epeyce haklısınız. Bir bütünlük içinde yer alan farklı ezgilerin etkileşimi, ton kırılmaları, asimetri ve zıtlıklar -mutlak içtenlik için duyduğunuz gereksinim ve orada olmaktan kaynakla-nan şiddetli huzursuzluğun dolaysızca ifade edilmesi- aracılığıyla, üslup düzeyinde ortaya çıkan işte bu sıkı dengedir…”
Bu metnin tamamını İngilizce okumak isteyenler de The Drama Review dergisinin (Fall 1969, vol.14, No.1)  tarihli sayısında “A Secterian Theatre” başlığı altına bakabilirler. Metni Türkçe okumak isteyenler ise, Hülya Bahçeci tarafından yapılan çevirinin yer aldığı saygıya layık “Mimesis” dergisinin 1994’de yayınlanan 5’inci sayısının 28’inci sayfasına bakabilirler…

(Temmuz-Ağustos 2010 / SAHNE Dergisi)

“Dönüşüm”ün yeri ve zamanı

Giriş
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının, geçtiğimiz sezon ilgi gören oyunlarından biri de “Dönüşüm” oldu. Özellikle, Franz Kafka’nın romanlarında kurduğu atmosferleri iyi bilenlerin övgülerini aldı. İstanbul’-daki semt sahnelerinde dolu salonlara gösterildikten sonra; Üniversite-lerin davetlisi olarak, Sakarya ve Gaziantep’te, farklı seyirci gruplarının karşısına çıktı. Coşkuyla paylaşılan ritüellere dönüştü.
Gösterilerin sonrasında genç seyircilerin söyleşi taleplerinde dile getirdi-ğimiz görüşlerimizi, gösterimleri bitmiş bir oyuna seyirci bulmak için ya da “biz aslında şöyle yapmak istemiştik” demek için değil; son yıllarda tartı-şılmakta olan “yeni metin, yeni tiyatro, yeni seyirci” kavramına katkıda bulunması amacıyla, disiplinini beğendiğimiz Sahne dergisinin değerli okurlarıyla paylaşmak istiyoruz… Biz, yani, oyunun yazarı ve yönetmeni.

Gelişme
Kafka’nın notlarına göre; “Die Verwandlug” adını yakıştırdığı romanı, bilindiği gibi 1912 sonunda yazılmaya başlanmış, ancak yayımlaması 1915 yılını bulmuştur. Bana göre (yani, romanı tiyatroya uyarlayan oyun yazarı gözüyle); dünyaca ünlü bu kısa roman, 1. Dünya Savaşını hazır-layan ağır sosyo-ekonomik koşulların birikimidir. Bence, Samsa ailesinin yaşadıkları “Orta Avrupa Orta Sınıfı”nın çöküşünün öyküsüdür. Bireyi, aileyi ve toplumu yok eden ekonomik çöküşün…
Öyküde, yükselen yeni orta sınıfın soluk seslerini de yansıtır Kafka. Eve alınan gündelikçi kadın o yeni orta sınıfın temsilcisidir. Ve böcek-insanla tek iletişim kurabilen O’dur. Hatta böceğin ne böceği olduğunu da O söyler. Ben, Kafka’nın bu muhteşem metninde, bireysel dönüşümle birlikte, toplumsal dönüşümün de işaretleri olduğunu düşünüyorum.
(1. Dünya Savaşı, Avrupalı pazarlamacı Gregor Samsa’nın böceğe dönüşerek yok oluşunu nasıl hazırladıysa; 2. Dünya Savaşı yıkımının da, Artur Miller’in “Satıcının Ölümü” adını verdiği ünlü oyununa yansıdığını düşünüyorum. Bu modern trajedi de, yıllarca başarıyla çalıştığı işinden kovulan; Amerikalı gezgin satıcı Willy Loman’ın; ailesi tarafından da dışlanınca hayattan ayrılışını seyircinin yüreğine ulaştırır…)
Genelde Kafka ve romanları, özelde Gregor Samsa üzerine; batıda ve bizde öylesine doğru ve güzel analizler yapılmış ki… Bütün bunlardan sonra ahkâm kesmeyi beyhude bir çaba olarak görüyorum… Bir metni, dilden dile çevirmek de “yorumlamak” sayıldığına göre; o metni sahne için yazmak da yorumlama için özgürlük istiyor. Üstelik sahne için oluşturulan metin; Yönetmen ve Oyuncu yorumuyla da farklı boyutlar kazanıyor...
Kafka’nın olağanüstü metni içindeki verilere göre: Gregor Samsa’nın ailesi için kiraladığı ev, şehrin merkezindeki ünlü bir caddededir… Çok yakınında büyük bir hastane ile saat kulesi vardır… Başkasına kiraya verecek boş bir odası olacak kadar büyüktür… Kiralanacak olan oda, 3 kişinin yatabileceği kadar geniş; mutfağı da, büyük bir yemek masası alacak kadar ferahtır… Baba Samsa’nın içine düştükleri zor durumdan aileyi kurtarmak için bulup getirdiği banka hesap cüzdanlarında bekleyen faiz; babanın geçmişte kazandığı paranın, geçim dışında para biriktirme-ye fırsat verecek kadar fazla olduğunu gösterir…
1900’lerin başında Avrupa ülkelerini savaşa sürükleyen ekonomik koşul-lar, Samsa ailesini de yoksullaştırmıştır. Ancak, evde yardımcı kadınlar çalıştırma alışkanlığı, bu ailenin daha önce oldukça varlıklı bir hayat sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Yaşanan ekonomik çöküşün başka bir göstergesi de: Tek bir oda kiralayıp orada birlikte yaşamak isteyen ve eğitimli oldukları anlaşılan 3 kiracının gelir düzeyidir.

Sonuç
Biz “Dönüşüm”ü: “Benim Arkadaşım Yok” adlı çocuk oyunu ve “Beni Anlayan Yok” adlı gençlik oyununun bütünlediği bir üçlemenin son aşaması olarak düşünmüştük. Hayalimizi hayata geçirebilmemiz; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının, o dönemdeki Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya sayesinde oldu. Anlayışını sevgiyle anmadan olmaz…
Sahne metnimiz, seyirciyi; romanın atmosferinden koparmadan, Franz Kafka’nın öyküsünün öncesine götürmeyi amaçlamıştı. “Birikim” başlıklı epizotlardan oluşturulan bir uyarlama metoduna yaslanmıştı. Bu yöntem, yeni seyirci ve yeni oyuncunun tiyatroda “performans” beğenisine denk düşüyordu. En zor günlerde bile bir umut ışığının var olduğunu söylemek amacıyla ele alınan bu serüven; seyircinin, evine varır varmaz, oğluna ya da kızına sarılma ihtiyacını hissetmesini arzu etmişti…
Sonsöz olarak, romandan tiyatroya uyarlama çalışmalarımda, Ahmet Cemal çevirisinin bana rehberlik ettiğini belirtmek isterim. Kafka’nın bu ünlü kısa romanının, bazısında “Değişim” adının tercih edildiği eski ve yeni pek çok çevirisi var. Ancak, en son Can Yayınlarından “Dönüşüm” adıyla çıkan bu kitaba; Kafka’nın özel hayatından metinler de eklenmiş. Bu güzel desteğin yazar ve yönetmen olarak ufkumuzu açtığını söylemeden geçmenin, kadirbilmezlik olacağına inanıyorum…

(Kış 2009 / TEB OYUN Dergisi)

ÇOCUK TİYATROSU İLE EĞİTİM

Kayıtlar; Hıristiyan Avrupa ülkelerindeki kutsal kitap kaynaklı “Noel Hikâ-yeleri” sergileyen grupların, sonraki yıllarda bugünkü Çocuk Tiyatrosuna dönüştüğünü not düşmektedir. Muhsin Ertuğrul’un Türk Çocuk Tiyatrosu-nu başlattığı 1930’lar dünyasında ise: İngiltere, Almanya ve Sovyetler Birliği’nde, bugün bildiğimiz anlamda Çocuk Tiyatrosu yapılmaktadır.
Bu üç ülkenin çocuk tiyatrolarını yakından inceleyen Muhsin Ertuğrul; Türkiye için İngiltere modelini uygun görmüş ve “Çocuk Tiyatrosu” ile “Gençlik Tiyatrosu” başlıkları altında iki ayrı yaş grubuna yönelik oyun-lar sergiletmiş. Çocuk Tiyatrosu mayasının tuttuğunu biliyoruz, ama Gençlik Tiyatrosu yaşatılamamış. “Okul temsilleri” ve “Öğrenci matineleri” başlıklarıyla tanımlanan 13–18 yaş grubuna yönelik tiyatro eylemi hala gönüllüleri beklemektedir.
(Burada bir parantez gerekiyor: Muhsin Hocamızın Moskova incelemeleri sırasında tanıştığı Sovyet Merkez Çocuk Tiyatrosu Yöneticisi Natalia Saz Hanımla; 1975 yılında katıldığımız “Hamburg/Welt Festival Der Kindertheater”da biz de tanışma fırsatı bulmuştuk. Hocamızla yaşıttılar. O’nu sevgiyle anıyor ve saygılarını iletmemizi istiyordu. Biz bu festival için özel hazırladığımız, sözsüz oyun ağırlıklı olarak “pazar küfeleri” ile sergilenen “Keloğlan”ımızla göz doldurmuş ve iki başka festivale davet almıştık. Ancak, Natalia Saz’ın librettosunu yazıp yönettiği “Zaubermusik” adlı çocuk operası, ne yazık ki çok ağır ve sönük bulunmuştu…)
Parantezde sözü geçen “biz”, AÇOK kısa adıyla anılan ve Muhsin Ertuğ-rul ile Haldun Taner Hocalarımızın yönlendirmeleriyle 1973 yılında kurulan çocuk tiyatromuz “Anadolu Çocuk Oyunları Kolu”dur.
AÇOK, yoktan var edip hazırladığı çocuk oyunları yanında; genç seyirci-lere ve yetişkinlere de oyunlar sergilemiştir. Yurtdışından ve yurtiçinden verilen birçok saygın ödülle birlikte; 1992 yılında, bir Boğaziçi vapuru ile on Boğaziçi iskelesinde sahnelenen ve büyük Muhsin Ertuğrul’un tiyatro-ya adanmış hayatını selamlayan, yetişkin seyirciye yönelik “Perdeci” adlı oyunuyla “TEB/Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülü”ne de layık görülmüştür.
İkinci sayısını kutladığımız ve uzun ömürlü olmasını dilediğimiz “TEB-OYUN” dergisinde yayınlanan bu görüşler; AÇOK’un 35 yıllık birikiminden süzülerek okura ulaşmaktadır. Ama bu satırlar asla “Okullarda Tiyatro Eğitimi” alanında ahkâm kesmeye kalkışmıyor. Pratikten kaynaklanan “Tiyatro İle Eğitim” konusunda ipuçları vermeye özen gösteriyor, o kadar...

Çocuk Kimdir?
Dünyanın hiçbir dilinde Onlara “İnsan Yavrusu” denmez! Onlar, “Çocuk”-turlar! “Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar…” Ayrı tavırları, duyguları, mantıkları, akıl yürütmeleri, alay etmeleri, üzülmeleri, gülmeleri, ağlamaları, sevinmeleri, kızmaları, isyanları vardır. Okumaları, yazmaları, giyinmeleri, soyunmaları, oyuncakları, oyunları, yemeleri ve içmeleri ayrıdır. Her biri ayrı ayrı birer kişiliktirler. Ve yetişkinlerin, Onlara “büyümüş de küçülmüş” demeleri, aşağılık komplekslerinden başka bir şey değildir.
Son yıllarda büyük aşamalar gösteren “Gen Bilim” ortaya çıkarmıştır ki; “Kolektif Bellek” denen bir olgu vardır. Çocuk hayata sıfır beyinle başla-maz! Çamaşır makinesine, elektrik süpürgesine, televizyona veya bilgi-sayara; daha bebekken bile “nedir bunlar?” diye bakmaz! Bebeklik ile çocukluk arasında, zihin olarak ana-babalarını geçmeleri de bundandır!

Çocuk Tiyatrosu Nedir?
Biz çocuk tiyatrosunu, “çocukla aramızdaki en iyi iletişim alanı” olarak görmekteyiz. Yani, “çocuk tiyatrosu bizim için bir araçtır”, amaç değil!
Genel anlamda söylersek: Tiyatro araç olarak kullanılıyorsa eğer, kesin-likle iletişim biliminin konusu olmaktadır. Amaç, tiyatro yapmaksa; güzel sanatların kolu olarak değerlendirilebilir. (Bu noktada düşünceler daha ileri götürülürse, “sanat, sanat için midir?” tartışmasına varılır.)
Biz çocuk tiyatrosunu, eğitim iletişiminin aracı olarak kabul ettiğimiz için, AÇOK’ta birlikte çalıştığımız genç tiyatrocularla; “Farkındalık” ve “Yara-tıcılık” başlıkları altında kurum içi eğitimler yapıyoruz. AÇOK’lu genç tiyatroculara “İçtenliği” salık veriyoruz. Bu temeller iyi atıldığı için, küçük rol büyük rol kaprisleri yapılmıyor. Yeni çıkacak bir oyunu, herkes eşit paylarla “cepten” destekliyor. Gişe açıldığında da eşit ücretler alınıyor… İşte bu yüzden, her oyunun selamında, kan ter içinde yorgun oldukları halde, sevinçle gözlerinin içi parlıyor…
Çağdaş tiyatroda önemine çok inandığımız “Farkındalık, Yaratıcılık, İçtenlik” konuları: “Yazarlık, Yönetmenlik, Oyunculuk” eğitimi açısından ilgi görüyor. Biz de gelen davetleri değerlendiriyoruz ve resmi ya da özel bazı eğitim kurumlarındaki genç tiyatrocu adaylarıyla da birikimleri-mizi paylaşıyoruz.
(Tabii, yukarıda sözü edilen bütün deneyimlerin, daha çok kentsoylu çocuklarla paylaşıldığını söylememiz gerekiyor. Köylerinden göçüp büyük şehirlere gelmiş ve yoksul varoşlar kurmuş ailelerin çocuklarına ulaşmak henüz sağlanamamıştır. İstanbul’da yaşayıp denizi görmeyen yüz binlerce çocuk olduğu gibi; tiyatro nedir bilmeyen yüz binlerce çocuk da yaşamaktadır.)

Çocuk Tiyatrosunun Eğitimdeki Yeri Neresidir?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Talim ve Terbiye Kurulu” adlı bir birimi vardır. Bu tanımlamaya göre söylersek: Çocuk tiyatrosuna, “talim”de değil, “ter-biye”de görev düşüyor. Biz bu görevi “Tiyatro İle Eğitim” başlığı altına yerleştiriyoruz.
Bu tanımlamadan şunları anlıyoruz biz: Çocuk Tiyatrosu, elbette tavır ve davranış için model oluşturmalıdır. Hayatta doğru ile yanlış vardır! İyi ve kötü vardır! Güzel de vardır, çirkin de! Çocuk Tiyatrosunun, hayattaki tüm ikilemleri sunup, seçimi çocuğa bırakması gerekir.
“Tiyatro İle Eğitim” demek, “çocukların düşünmesini sağlamak” demektir. Tiyatro çocuklara, evrende yalnız olmadıklarını söyler. Yaşama sevinci verir. Hayal kurdurur ve hayallerinin peşine düşmelerini öğütler. Bizim “terbiye”den anladığımız budur!
Ancak, günümüz çocuk tiyatrolarına baktığımızda, terbiyenin hedeflen-mediğini görüyoruz. Ne yazık ki, daha çok ticari yanına ilgi gösteren gruplar ve bireyler; Çocuk Tiyatrosunun eğlendirici yanını yeğliyorlar. Eğlendiriciliğin ne olduğunu, bizden değil bir başka tanıktan duymak ister misiniz? İşte:
İstanbul Şehir Tiyatrolarının 23 Nisan şenliğinde, Assitej’in “üç ülke ortak yapımı projesi” olarak seyredilen ve yazarı tarafından bile iyi sahnelen-mediği söylenen “Miracle” oyununun yazarı, Danimarkalı Soren Ovesen; Bursa festivalinde seyrettiği Türk Çocuk Tiyatrolarını “Singing Rabit” başlığı altında değerlendirdiklerini ve çok güldüklerini belirtiyordu…

Sonsöz
AÇOK oyunları, toplumumuzdaki “1 çocuğu 2 ebeveynin tiyatroya getir-mesi” alışkanlığını değerlendirmek üzere; hem çocuklara hem ana-babalara sesleniyor. Çocuğun tarafını tutarak, ailenin günlük hayatını kolay-laştıracak yollar gösteriyor.
Mesela, Sayın Seçkin Selvi: “Oyunlarınızdan unutamadığım resimler vardır. Hemen aklıma gelen örnek… ‘Avrupaya Avrupaya’ adlı oyunu-nuzdaki Alman sınır polislerinin dizlerine taktıkları kurt köpeği kuklaları müthişti…” diye bizi yeniden cesaretlendiriyor…
Mesela, Sayın Zeynep Oral: “İlk oyunlarınızı sergilediğiniz yıllarda, oğul-larımı getiriyordum. Şimdi de torunlarımı getireceğim.” cümlesiyle onur-landırıyor bizi. (Analı-babalı, nineli-dedeli büyüsünler, Zeynep Oral’ın 7 torunu var!)
Mesela, Sayın Sevda Şener, torununu anlatarak son oyunumuza harika bir katkıda bulunuyor: “Benim fırlama bir torunum var. ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ denildiğinde ‘Dansöz olacağım!’ diye cevaplıyor. Herkes ağzı açık şaşkın bakarken gerekçesini açıklıyor: ‘Göğsüne hep paralar koyu-yorlar. Çok parası oluyor!’… Hâlbuki evimizde ne dansöz sözü edilir, ne de dansöz filmi seyredilir! Hiçbir kimsenin de kalkıp göbek attığına rast-lanmamıştır…”
Evet, “Büyüyünce Ne Olacaksın” AÇOK’un son çocuk oyunudur. Turgut Denizer’in yazdığı, önce Konya Devlet Tiyatrosu’nda, sonra Eskişehir Tiyatro Anadolu’da ve geçtiğimiz sezon İstanbul Şehir Tiyatrolarında kendisinin yönettiği bu modern “Çocuk Kabaresi”; dünyada ve Türkiye’de “pano tiyatrosu”nun işlevini yitirdiğinin simgesidir. Sahnede gerçek boyut-larında bir boks ringi vardır. İşte, yaşadığımız hayattır orası! Çocuklar, önce kendi yaşıtlarıyla karşı karşıya kalırlar hayat ringinde. Aileleri tara-fından tezahüratlarla getirilip iplerin içine atılırlar (yani, kolej sınavlarına). Sonra, çocuklar, o ringde, büyüyünce ne olacaklarını soran herkesle oyun boyunca yüz yüze gelirler.
(Boks ringinden ne anladığını soran bir yetişkine, oyunu seyreden 9–10 yaşlarındaki bir erkek çocuğu: “Yani, biz hep dövüşüyoruz…” cevabını vermiştir…)

(10.08.2007 / GİST Dergisi)

Bakırköy Halkevi’nden,
Nişantaşı Ekol Drama’ya… Beklan Algan.

Doğrusu bol bir Beklan Algan portresi çizebilmek için; bu değerli hoca-mızdan kaynaklanan birikimlerle kurduğumuz AÇOK’un iki sanat yönet-meni olarak, ayrı ayrı çalışmayı uygun bulduk. Yazımızın ilk bölümü, benim tanık olduğum Bakırköy Halkevi dönemini içeriyor. Ancak bu güzel deneyim öncesine de kısaca bakmamın yararlı olacağını düşünüyorum…
1: Öncesi ile Bakırköy Halkevi Dönemi / Ümit Denizer
Ben Beklan Beyi ilk defa Nişantaşı’ndaki evlerinde tanımıştım. Yıl 1969’-du ve LCC adlı özel eğitim kurumunda, Ayla Hanımla ders verdikleri Tiyatro Bölümü gelirsizlikten kapanınca; öğrencilere evlerini açmışlardı… (Beklan Bey 36, ben 21, Turgut 18, yaşlarımızdaymışız…)
Kapatılmadan önceki son eğitim döneminde tiyatro bölümüne öğrenci olan bir arkadaşımızın davetiyle, evdeki çalışmalara katıldım. Algan’lar bir çatı dubleksinde yaşıyorlardı. Dubleksin alt katındaki salonun eşyaları kenarlara çekilerek; ortada boş bir çalışma alanı yaratılıyordu. Beklan Beyin yaşam alanında yapılan bu çalışmalardaki “Rahat” tavırlarını hatırlıyorum…
Evin salonunda, beden eğitiminden ses eğitimine kadar, hemen bütün dersler uygulanıyordu. Hocalar dışında katılanların sayısı yaklaşık yirmi genç insanı bulduğu için; kısa süre sonra komşuların “gürültü” şikâyetleri başladı. Böylece, ev derslerine istemeyerek son verildi…
Birkaç gün sonra öğrencilere “Beyoğlu Tünel’deki Union Franches salo-nunda buluşuyoruz” mesajı geldi. Gittik merakla, bir de baktık ki, Barok İstanbul binalarından birinin çatı katında, inanılmaz büyüklükte bir balo salonu! Yerler ahşap parke, tavan çok yüksek ve kolon yok…
Union Franches’deki tiyatro eğitimine; LCC kökenli çekirdek öğrenci gru-buna, benim gibi evde “yamananlar” ile birlikte; başka yeni gençler de katıldılar. Yeni katılan arkadaşların bu çalışmaları nasıl bulduklarını merak da etmedim, hiç kimse de bu ayrıntıdan bahsetmedi…
O muazzam geniş boş alanda Beklan Hocayı hatırlıyorum… Oyunculu-ğun role geçmeden çok önceki teknik aşamalarını “İçtenlikle” aktarışını...
Bildiklerini paylaşmaktan haz duyuyordu. Haz, öğrencinin de “içten” katı-lımıyla yükseliyor; gönülsüzlük, negatif elektrik yayıyordu…
Oyuncunun temel araçları “beden” ve “sesin” nasıl disipline edileceğini öğreniyorduk. Çok sonra estetik alana geçtik. Beklan Hoca, oyuncunun estetik duygusunu geliştirmek amacıyla, (yaygın “metin ezberletme” alışkanlığının tersine) doğaçlama egzersizlerini tercih ediyordu.
Önce tek tek yapılan doğaçlama çalışmaları, sonra ikili ve çoklu gruplar oluşturarak devam etti. Doğaçlama konuları, egzersizi yapan oyuncular tarafından seçiliyordu. Seçilen konuya göre kısa bir hazırlık arası verili-yor, sonra çalışmalar sırayla seyrediliyordu… Beklan Hoca, doğaçlama çalışmalarını seyrederken, izleyen öğrencilerin tepkilerini de kontrol ediyordu. Sergilenen doğaçlamaları, izleyen öğrencilerin de eleştirmesini istiyordu. Beklan Hocanın peşinde olduğu estetik duygusu, oynayan için de, seyreden için de önem taşıyordu…
Teknik ve estetik egzersiz örneklerinin; Beklan Hocanın Actor’s Studio kaynaklı kendi bilgi birikimine yaptığı özgün katkılarla zenginleştiğini hatırlıyorum. Eğitimler sırasında bir isim koyma gereği duymadığım o katkıları, bugün “Yaratıcılık” olarak değerlendiriyorum. Oyuncu eğitimin-deki yaratıcı yaklaşım, oyuncunun yaratıcılığını tetiklediği gibi; sahne estetiği adına, Beklan Hocamızı da yönetmen olarak besliyordu…
Union Franches salonundaki çalışmalar bir süre sonra durdu. Çünkü Bakırköy Halkevi’nin yönetimi ile konuşulmuş ve salona kira ödemeden bir oyun sahnelemek üzere anlaşılmıştı. (Çok sonra öğrendik, meğer Union Franches’e kendi ceplerinden yüksek kiralar ödemişler.)
Böylece, bütün ekip, kendimizi Bakırköy yollarında bulduk. Bu gelişmeye zaten Bakırköylü olan kursiyer arkadaşlar çok sevindiler. Çünkü çalışma-lar sonrasında erkenden evlerinde oluyorlardı. Hatta eve giderken “bir tek atmaya” bile vakit buluyorlardı. Hâlbuki bizler, üç Üsküdarlı arkadaş, son treni veya son vapuru kaçırdıysak eğer; yerinden söktüğümüz, tozlu, ka-lın, bordo kadife perdeyi örtünüp, sahnede uyumak zorunda kalıyorduk…
Hazırlanacak oyunun, Halkevi adına sergilenmesi kararı verilmişti. Hatta “Halkevleri Deneme Sahnesi” adlı bir tiyatronun oluşumu hedefleniyordu. Küçük İtalyan sahneli ve 200 koltuklu karanlık salondaki Beklan Hocayı hatırlıyorum… Sıkıntıyla salondaki değişik koltuklarda oturuyor, kâğıtlara notlar alıyor, salonu ve sahneyi defalarca turluyor, yazdıklarını gözden geçiriyor; eğitim çalışmalarını asistanlarına bırakıyordu…
Bu sıkıntının nedenini ve çözümünü bir süre sonra öğrendik: Metin Deniz adıyla anılır bir usta ortaya çıktı ve elindeki balyozla İtalyan sahnenin duvarlarını yıkmaya başladı. Şaşkınlık hayranlığa dönüşünce, oyunculuk eğitimi bekleyenler arasından küçük bir grup olarak; duvar yıkma ekibi arasında bulduk kendimizi. Ve Metin Ağabey ile dostluğumuz bugünlere ulaştı…
Nice sonra, çalışılmakta olan oyun, yıkılarak “boş alan” haline getirilmiş sahnede bazı özgün heykellere ihtiyaç duyunca; memleketimizin Kuzgun Acar adıyla anılır zenci heykelcisi ile de tanıştık. Onunla oluşan dostluğu-muz da, zamansız ölümüne kadar sürdü…
Bizi derinden etkileyecek olan bir başka tanışma ise, dekorlu-kostümlü provalarda gerçekleşti: Halkevleri Deneme Sahnesinin ilk oyunu olarak “Hamlet” çalışılıyordu. Ama Shakespeare’in bu en ünlü metni, Beklan Algan dramaturgisi ile Türkiye’nin 1970’li yıllardaki koşullarına uyarlan-mış ve “Hamlet 70” adını almıştı. Evet, “Ben insansam Shakespeare kim, Shakespeare insansa ben kimim?” diye bir yazısı bulunan tiyatro duaye-nimiz, genel provada “Hamlet 70”i seyretmeye geldi! Ve Muhsin Ertuğrul ile el sıkışmanın unutulmaz heyecanını yaşadık…
“Hamlet 70” provalarındaki Beklan Hocayı hatırlıyorum… Yapışık ikizi gibi her oyuncuyla sahnede dolaşıp rolün doğumuna yardım ediyor; aynı doğumu defalarca defalarca defalarca tekrarlamayı “Sabırla” yönlendiri-yordu…Bu derviş sabrının, tabii ki bir tek kişisel kaynağı vardı: “Mükemmeli ara-manın sonsuzluğu”… İşte, Beklan Hoca tedrisinden geçmiş bazı tiyatro-cu arkadaşlarımızın, Onu “uzun provalar yapıyor” diye eleştirmelerinin kaynağı da budur. Oysa hiç kimsenin, mükemmele ulaşamama endişesi-nin Hocamızda açığa çıkardığı depresyonları hatırladığını sanmıyorum…
Bugünkü bilgi birikimim ve AÇOK tiyatro deneyimimle değerlendirdiğim zaman; Beklan Hocamızda bence şu beş kişisel niteliğin öne çıktığını söylemek isterim: Rahatlık, İçtenlik, Yaratıcılık, Sabır ve Mükemmeli-yetçilik…

(Sonbahar 1998 / Tiyatro Tiyatro Dergisi)

AÇOK’un bir gösterisindeki
oyuncu ve seyircilerin fotoğrafından yola çıkarak çocuk tiyatrosunda tavrın saptanması

Bu fotoğraflar, AÇOK’un 1981 Ekim’indeki Almanya turnesi sırasında; yerel bir günlük gazetenin kültür-sanat muhabiri tarafından çekilmiştir. Daha başlangıçta, medya için, “Çocuk Tiyatrosuna Bakış”ın tavrını açığa vurmaktadır.
Gazetenin kısa adı: WAZ ve bize bu değerlendirmeyi yapma olanağını tanıyan değerli gazetecinin soyadı: Preuss’dur. Oyunun adı: “Aksak Timur ile Hoca Nasreddin” ve sergilendiği yer, Duisburg’da: Gertrud Bäumer Schule’dir.
1 / IŞIKÇININ TAVRI
Oyun yeri pırıl pırıl aydınlık olmalı. Büyüyle, tılsımla, karanlıkla yapılacak işimiz yok bizim. Her bir şeyi görüp anlamalı çocuklar. Ama özel durumlar bu söylediklerimizin dışında kalır. Örneğin, oyunla birlikte, film ya da slide göstermek gerekirse...
2 / OYUNCUNUN TAVRI
Oyuncu, seyirciyle yüz yüze gelen tek kişi oluyor. Ve burada saydığımız tüm öğeler, oyuncuyu rahatlatan araçlardır aslında. Oyun boyunca, kendi araçlarını da katar bunlara oyuncu: Sesini, yüzünü ve bedenini katar. Ve “öz” olanı seyirciye en güzel biçimde iletmek için tavır alır: Koşar, şarkı söyler, güler, ağlar. Oyunla yüzleşir, seyredenle yüzleşir, arkadaşlarıyla
yüzleşir, yorulur, terler. Ve bilir ki: Kundakta bir bebeği sever gibi, kedi- köpek sever gibi yaklaşılmaz çocuklara: “Aman da aman, bıcı bıcı bıcı, hanimiş benim güzelim” diye seslenmek ters teper. “Sevimli olmayı oyna-mak” değil, dost olmak gerekir Onlarla. Sıcacık bir güven duygusu ile dinlesinler diye söylediklerini...
3 / MÜZİSYENİN TAVRI
Oyun boyunca en durgun davranan çocuk bile, çıkış kapısında güneşi ya da yağmuru görünce, sevinip coşar. Çocuklar “çok güzel şeyler” görmek için de olsa, en az doksan dakika kapalı tutuldukları yerden, gürültüyle akarlar dışarıya. Salon bir anda boşalıverir. Susayan, sıkışan, acıkan vardır. İtişerek, gürültüye koşarlar... Eğer çocuklar oyundaki şarkılardan (hiç değilse birini) söylemeye çalışıyorsa, müzisyen başarmış demektir!
4 / DONATIMCININ TAVRI
Kullanışlılık ve yalınlık ilk dert olmalı. Gereksiz ayrıntılar, oyunun özünü olumsuz yönde etkiler. Sahneye diklemesine konulan iki sopa, oyun iyi
oynanıyorsa, ormanı anlatmaya yetebilir. Özel durumlar dışında, pastel, donuk ve mat renklerden kaçınmalıyız. Renk, halk yaratmalarının en başta gelen öğesi olmuşsa, bizim de yardımımıza koşabilir. Oyundaki tipler, yalnızca renklerle anlatılabilir aslında. Renklerdeki karşıtlıklar, çelişkiler, dramatik aksiyonu yükseltirler... Renk! Ama karmaşa yok!
5 / YAZARIN TAVRI
Konular… Yaşanılanlardan seçilmeli, ayağını yere basmalıdır. Onlara, güneşli güzel günlerin umudu verilmelidir. Yarınları görebilecek güven, onur ve heyecan taşınmalıdır. Yarını kurmanın tadı iletilmelidir.
Dil… İşte yazarın en çok titizlenmesi gereken öğe... Sinema, televizyon ve resimli romanlardaki argolar, yıllarca taze kalıyorsa çocuk dilinde; sahne dilinin etkinliği de tartışılamaz. “Sahne Dili” dediğimiz, günlük konuşma dilidir. Edebiyatla hiç ilgisi yoktur. Çocukça bir dil de değildir...
Kurgu için söylenecekler de var: Çocuk oyunu, diyalektik bir yapıda bütünleşmelidir. Şimdiki zaman, geriye dönüşler, düşler, iç içe geçer biçimde kullanılırsa; gereksiz yere kafa yormaktan başka işe yaramıyor...
Süre de önemlidir... Çocuklar, uzun süre hareketsiz kalamıyorlar. Onları 70 dakikadan fazla koltukta oturtmaktan kaçınmalı. Çeşitli yerlerde onları oyuna katmak bir çözüm olabilir. Ama burada, Nurettin Sevin hocanın anısını saygıyla analım. Şöyle diyordu: “Bir perde ile anlatılabilecek oyun, iki perde yazılmaz. Bir sahne yetiyorsa derdini anlatmaya, iki sahne yazma. Karşılıklı bir konuşma yetiyorsa eğer, bir büyük sahne açma. Yoksa, katlanılmaz bir oyun yazarısındır.”
6 / YÖNETMENİN TAVRI
Yönetmen, sahneyi bir plastik hamur gibi yoğurmalıdır. Sahne, hoplayıp zıplamalı, küçük seyircilerin kucağına düşmelidir. Çocuk, biçimleri elle tutabildiği zaman kavrayabiliyor. Ve ancak, “kavradığı şeyler” üzerinde düşünmeye başlıyor. Çocukların, lâf kalabalığından arınmış biçimlerden yana oldukları unutulmamalıdır. Ama öze göre biçim! Özün en doğru, en yalın ve en tez yoldan iletilmesi kaygısıyla ortaya çıkan, en güzel biçim...
İşte burada, ortak yaratımın sınırlarına varıyoruz artık. Yönetmen, Yazar ve Oyuncularla birlikte, kolektif bir üretimin içindedir artık. Yazar, edebi olanı kısacak. Yönetmen, biçimsel coşkunluğa kapılmayacak. Oyuncular,
seslerini ve bedenlerini; hangi mimari biçim içinde, nasıl ve ne için yöneteceklerini bileceklerdir...
7 / SEYİRCİNİN TAVRI
İşte, yukarıda saydığımız bütün öğeler gerçekleştiği gün, sadece Çocuk Tiyatrosunun değil; Türk Tiyatrosunun seyircisi de azalmaz. Resimde görüldüğü gibi salonları doldurur. Ve bu hedefe ömürlerini vermiş olan Muhsin Ertuğrul ile Haldun Taner Hocaların ruhları gönenir...
* Bu yazı, ilk kez 1976 yılı Şubat’ında; Militan sanat dergisinde yayınlanan  “Çocuk Tiyatrosunda Tavır” adlı yönlendirmenin “update” edilmiş halidir. Ne yazık ki, AÇOK dışında hayata geçirilememiştir. Şimdi, Tiyatro... Tiyatro... Dergisinin; Türk Çocuk Tiyatrosu adına önder olduğu Seminer, Kurultay ve Festival için, yürekten bir kutlama
mesajı niteliği taşımaktadır.

(İlkbahar 1998 / 1. Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı
“Çocuk Tiyatrosunda Uzmanlaşma” Grubunda sunulan bildiri)

21’inci Yüzyılı karşılamaya hazırlanırken,
Çocuk Tiyatrosunda neden hala ısrar var ve bundan sonra bu iş nasıl yapılacak?
(Bu bildiri, değerli katılımcılarca yoğun biçimde işleneceği tahmin edilen: Salonsuzluk, parasızlık, kadrosuzluk, oyunsuzluk, vs sorunlar yerine... “Geleceksizlik” sezildiği için, Çocuk Tiyatrosunun yarınlarına yönelmiştir. “Uzmanlaşma”dan, “Denetim ve Bakanlıklarla İlişkiler” konusuna kadar; bütün bölümlere genel bir mercek tutmaktadır. Bu nedenle, 4 çalışma grubunda da okunabilir.)
Ben, 1. Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı’nın gerçekleştiği 1998 yılında; 50 yaşıma ulaşmış bulunmaktayım. Dünyanın değişiminde efsaneye dönüşen 68 kuşağının temsilcisiyim. Tiyatro ile 7 yaşımda tanışmıştım. Tiyatro yapmaya 17 yaşımda başladım. 25 yaşımda da Çocuk Tiyatrosuna yöneldim.
Muhsin Ertuğrul ve Haldun Taner Hocalarımızın yönlendirmeleriylebaşlayan o müthiş Çocuk Tiyatrosu serüvenim boyunca; isim babası ve kurucularından biri olduğum, tiyatrom AÇOK’ta: Çocuklar için hem yazdım hem oynadım, hem yönettim hem müzik yaptım. Dans ettim, şarkı söyledim, öğrendim ve öğrettim.
Turgut Denizer’in yönettiği, seyreden çocukların -zorlamayla değil- içgüdüsel tepki olarak serüvene katıldıkları, karşılıklı konuşmalardan arındırılmış, görsel AÇOK oyunları; festivalden turneye, ödülden ödüle, İstanbul’dan Anadolu’ya ve Avrupa’ya çağrıldılar. Sonuçta efsaneye dönüştüler. Bu bizim yargımız değil, çünkü Tiyatro Eleştirmenlerimiz, Çocuk Tiyatromuzun tarihçesini: “AÇOK’tan Önce, AÇOK’tan Sonra” biçiminde değerlendiriyorlardı...
(Burada bir parantez açmak gerekiyor: Bizi Çocuk Tiyatrosuna doğru
yönlendiren Hocalarımızı nasıl saygıyla anıyorsak... Her oyunumuzda bizi yüreklendiren değerli Tiyatro Eleştirmenlerimizin emeklerini de asla unutmuyoruz...)
Bizim gençliğimizde, ancak rotatif baskı yapabilen gazetelerde haber olan bir Hollywood filmini, en az iki yıl sonra İstanbul’da görebilirdik. Henüz ofset basılamayan dergilerde, okuduğumuz müzik albümlerini;
en az iki yıl sonra evlerimizde dinleyebilirdik. Ki o zaman 45’lik plaklar
ve 33’lük long-play’lar vardı. Kaset, kartuş, CD, DVD icat edilmemişti.
Düşünüyorum, şimdi ne oldu da; Hoollywood vizyon filmlerini, Amerika ve Avrupa ile aynı günlerde seyredebiliyoruz? Acaba, nasıl bir gelişme var ki, yeni çıkan müzik CD’leri; Amerika ve Avrupa ülkeleriyle aynı anda Türkiye’de satışa çıkabiliyor?
Bence bunun ilk nedeni: “Bilgisayar”dır! (“Bilgisayar” sözcüğünü güzel Türkçemize kazandıran dilbilimcimizi burada saygıyla anmak istiyorum. Çünkü başka hiçbir dilde, bu araçlar, bu kadar güzel tanımlanmıyor...)
İkinci neden ise, bence: “İnternet”tir! Yani, çağımızın en hızlı ve dinamik iletişim aracı… (Bakın, gelişme o kadar hızlıdır ki, İnternet sözcüğüne
henüz Türkçe karşılık bulamadan dilimize yerleşmiş gidiyor...)
Hızlı iletişim ve küreselleşme, hemen anında bir talep yaratıyor. Bu talep, yeni filmler veya albümler için Türkiye’de de büyük bir pazar oluşturuyor. İşte, bu kurultayın konusu olan çocukların ve gençlerin şansı da böyle çıkıyor ortaya...
Vizyon filmlerinin, sezon albümlerinin, hatta ünlü grupların Türkiye’ye erken ulaşmasında; Batılı ülkelerdeki hedef kitlelerin, Bilgisayar ve İnternet’e bağlanmalarının payı vardır. Yaygın kanı’nın aksine, Çocuk Tiyatrosu’nun karşısında Futbol ya da Televizyon değil, Bilgisayar ve İnternet vardır!
“Bilgi Çağı”nı yasayan dünyamızda, Bilgisayar ve ona bağlı olarak İnternet; resmin, heykelin, müziğin, balenin, sinemanın ve tiyatronun hedef kitlesini kendisine bağlamış durumdadır.
Bilgisayar karşısında sıkılmadan saatler geçiren çocuklar ve gençler, şimdi İnternet’le; bütün dünyaya ulaşabiliyorlar. Tüm bilgileri ve tüm
Sanatları yerlerinden kalkmadan elde edebiliyorlar. Bu araçlar, insanı
sosyal çevresinden soyutlayıp, bencil bireyler yaratsa da; sonuçta, kendisiyle meşgul olanı “mutlu” ediyor...
Ayrıca “Toplum Bilimsel” bir değerlendirme daha yapılıyor. Şöyle ki: Bilgi-sayar ve İnternet, bugün dünyada “Demokratikleşme”nin en önemli adımlarıdır. Çünkü bilgiye ulaşmada herkes eşittir artık. Dünyanın bütün insanları bilginin ortağıdır. Ve yine çağın deyimiyle, interaktif olmaktadır insan. Bu sayede paylaşmakta, katılımcı olmakta ve edilgin konumdan, etken konuma geçmektedir.
Yani, tiyatro seyircisi de; interaktif konum istiyor artık. Edilgin durumunu reddediyor. Ve artık en demokratik talep bu oluyor.
Ey günümüz Çocuk Tiyatrosunun Yazarları, Yönetmenleri, Oyuncuları, Dekorcuları, Kostümcüleri, Müzisyenleri ve Işıkçıları... Bu gelişme, dalga dalga bize geliyor farkında mısınız?
Çocuk Tiyatrosu; bu dalgayla nasıl baş edecektir dersiniz?
İşte, 1. Türkiye Çocuk Tiyatrosu Kurultayı çalışma gruplarında bence cevap aranması gereken soru budur. Ve bu bildiri, işte bu nedenle, çözüm önermek yerine, soru çoğaltmaktadır.
Saygılar sunuyorum, Tiyatro Tiyatro Dergisi ile Tobav’ı kutluyorum ve Kurultay Delegesi bütün dostlara başarılar diliyorum...